36 research outputs found

    Mortality and pulmonary complications in patients undergoing surgery with perioperative SARS-CoV-2 infection: an international cohort study

    Get PDF
    Background: The impact of severe acute respiratory syndrome coronavirus 2 (SARS-CoV-2) on postoperative recovery needs to be understood to inform clinical decision making during and after the COVID-19 pandemic. This study reports 30-day mortality and pulmonary complication rates in patients with perioperative SARS-CoV-2 infection. Methods: This international, multicentre, cohort study at 235 hospitals in 24 countries included all patients undergoing surgery who had SARS-CoV-2 infection confirmed within 7 days before or 30 days after surgery. The primary outcome measure was 30-day postoperative mortality and was assessed in all enrolled patients. The main secondary outcome measure was pulmonary complications, defined as pneumonia, acute respiratory distress syndrome, or unexpected postoperative ventilation. Findings: This analysis includes 1128 patients who had surgery between Jan 1 and March 31, 2020, of whom 835 (74·0%) had emergency surgery and 280 (24·8%) had elective surgery. SARS-CoV-2 infection was confirmed preoperatively in 294 (26·1%) patients. 30-day mortality was 23·8% (268 of 1128). Pulmonary complications occurred in 577 (51·2%) of 1128 patients; 30-day mortality in these patients was 38·0% (219 of 577), accounting for 81·7% (219 of 268) of all deaths. In adjusted analyses, 30-day mortality was associated with male sex (odds ratio 1·75 [95% CI 1·28–2·40], p\textless0·0001), age 70 years or older versus younger than 70 years (2·30 [1·65–3·22], p\textless0·0001), American Society of Anesthesiologists grades 3–5 versus grades 1–2 (2·35 [1·57–3·53], p\textless0·0001), malignant versus benign or obstetric diagnosis (1·55 [1·01–2·39], p=0·046), emergency versus elective surgery (1·67 [1·06–2·63], p=0·026), and major versus minor surgery (1·52 [1·01–2·31], p=0·047). Interpretation: Postoperative pulmonary complications occur in half of patients with perioperative SARS-CoV-2 infection and are associated with high mortality. Thresholds for surgery during the COVID-19 pandemic should be higher than during normal practice, particularly in men aged 70 years and older. Consideration should be given for postponing non-urgent procedures and promoting non-operative treatment to delay or avoid the need for surgery. Funding: National Institute for Health Research (NIHR), Association of Coloproctology of Great Britain and Ireland, Bowel and Cancer Research, Bowel Disease Research Foundation, Association of Upper Gastrointestinal Surgeons, British Association of Surgical Oncology, British Gynaecological Cancer Society, European Society of Coloproctology, NIHR Academy, Sarcoma UK, Vascular Society for Great Britain and Ireland, and Yorkshire Cancer Research

    Tavşan modelinde total hiler ve yalnız arter klempajının renal histoloji ve fonksiyonlar üzerinde etkilerinin karşılaştırılması

    No full text
    Böbrek tümörleri yetişkin maling neoplazmlarının yaklaşık olarak %3’ünü oluşturmaktadır ve yetişkinlerde 8.en sık görülen malignitedir. Görülme oranı 100.000’de 11 olarak bildirilmiştir. Amerika’da 1970’den günümüze insidansının yaklaşık %40 artış bildirilmiştir. Böbrek tümörleri, ürolojik maligniteler içinde 3.sıklıkla görülen tümör olmakla birlikte mortalitesinin yüksek oluşu ve cerrahi dışı tedavi alternatiflerinin sınırlı etkileri nedeniyle önem kazanmaktadır. Ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografi gibi görüntüleme tekniklerinin yaygın kullanımı ile küçük lokalize böbrek tümörleri daha fazla oranda insidental olarak tanınmaktadır. Ancak artan insidental tanı oranının böbrek tümörü kaynaklı mortaliteye etkisi olmamıştır. Bu durum nefron koruyucu cerrahi (NKC) girişimlerin sayısında artışı ve cerrahi teknikte gelişmelere neden olmaktadır. NKC’nin seçilmiş hastalarda radikal nefrektomiye eş düzeyde rekürrenssiz sağkalım ve renal fonksiyonun uzun dönem korunması avantajları mevcuttur. Soliter böbrekli hastalarda, böbrek yetmeziği olan hastalarda ve bilateral tümörü olan uygun hastalarda ise NKC zorunlu hale gelmektedir. Bu hastalarda NKC hastaları hemodiyalize ve organ transplantasyonu gereksiniminden kurtarmak için radikal nefrektominin tek alternatifidir. Ayrıca günümüzde diyabet, hipertansiyon, hiperlipidemi gibi sistemik hastalıkların artan insidansı ve böbrek dokusu üzerine potansiyel destrüktif etkileri nedeniyle NCK’nin önemi rtmaktadır. Cerrahi sırasında renal pedikül klempajının güvenli bir sınır ile tam bir tümör eksizyonu için daha iyi görüntü sağladığı ve parankimal defektin hemostatik sütürasyonuna katkı sağladığı, pelvikalisiyel sistemin su sızdırmaz şekilde onarımına yardımcı olduğu, ayrıca daha az kan kaybı ve daha kısa operasyon süresi sağladığı gösterilmiştir. Bununla birlikte renal hiler klempaj sıcak iskemiye neden olmakta ve iskemik renal hasara zemin hazırlayabilmektedir. İskemi renal vazokonstrüksiyon, tübüler obstrüksiyon, filtratın geri akımı ve azalmış ulltrafiltrasyon katsayısı ile akut renal yetmezliğe neden olabilmektedir. I/R bu hastalarda cerrahi sonrası dönemde akut böbrek yetmezliğinin temel nedenidir. Renal iskemiye takiben gelişen I/R patofizyolojisinde reaktif oksijen radikalleri (ROR) önemli bir rol oynamaktadır. Vücutta oluşan ROR, enzimatik ve non-enzimatik yollarla elimine edilmektedir. ROR aşırı üretimi yada hücresel antioksidan sistemindeki defektlere bağlı olarak proteinler, lipidler ve nükleikler asidlerle etkileşimler sonucu zincir reaksiyonları uyarılmakta ve sonuçta hücre hasarı veya ölümü ortaya çıkmaktadır. Nitrik oksitin (NO), renal I/R patofizyolojisinde önemli bir mediatör olarak kabul edilmektedir. NO, nitrik oksit sentaz (NOS) enzimi ile L-arginin ve hücresel oksijenden sentezlenir. Dokudaki NO düzeyi bu nedenle hipoksiden doğrudan etkilenmektedir. NOS enziminin endotelial (eNOS), nöronal (nNOS) ve sitokinle indüklenebilen (iNOS) olmak üzere üç tipi bulunmaktadır. eNOS ve nNOS dokuda oldukça düşük düzeyde bulunmakta ancak hücre içi Ca+2 düzeyinin artışı ile kalmodulin varlığında artış göstermektedir. iNOS ise sitokinler (TNF-α ve IFN-γ gibi) tarafından makrofajların aktivasyonu ile indüklenmekte ve diğer NOS aktivitelerini baskılamaktadır. Renal cerrahi sırasında yalnızca arteriyel geçici klempaj genel kabul gören görüş olmakla birlikte ulaşılabilen literatürde yalnız arteriyel klempaj yada arter ve venin birlikte klempajının dokudaki etkilerini, ayrıca bu farklı klempaj modellerinin vasküler klempaj sürelerine bağlı olarak I/R katkılarını gösteren net bir çalışma yoktur. Bu çalışma ile tavşan modelinde farklı renal vasküler klempaj modellerinin süreyle ilişkili olarak renal dokuda oluşturacağı histolojik ve fonksiyonel etkilerinin karşılaştırılması ve renal fonksiyonlarının geri kazanımı üzerine etkilerinin araştırılması amaçlandı. Lokal Hayvan Etik Komitesinin onayı ile toplam 50 adet tavşan çalışmaya alındı. Cerrahi için gerekli şartlar oluşturulduktan sonra girişimler Ketamin 70mg/kg/Xylazine 10mg/kg anestezisi altında gerçekleştirildi. Tavşanlar temel olarak 3 farklı gruba randomize edilerek, klempaj süresine göre farklı alt gruplar oluşturuldu. Yalnızca rnal arterin (20 tavşan) veya renal arter ve venin birlikte klempe edildiği (20 tavşan) gruplarda klempaj süresi 30 ve 60 dakika olan alt gruplar (10’ar tavşan) oluşturuldu. Ayrıca 10 tavşandan oluşan bir sham cerrahi grubu tanımlandı. Renal vasküler kempaj uygulanacak tavşanlarda orta hattan yapılan laparotomi insizyonuyla girildi, sol renal hilumun çevre dokudan diseksiyonu sonrasında renal arter ve ven ayrı ayrı diseke edilerek çevre dokudan izole edildi. Sonuç olarak geçici renal vasküler klempaj renal rekonstrüktif cerrahi sırasında güvenli ve rahat bir şekilde doku tamirine olanak sağlanmaktadır. NKC sonrası tümörden arındırılmış dokunun fonksiyonlarının geri kazanımında I/R önem kazanmaktadır. Artan klempaj süresi ve renal arter ile birlikte renal venin klempe edilmesi doku oksijenizasyonunu olumsuz yönde etkilemektedir

    Bilateral seminal vezikül agenezisi ve soliter pelvik böbreğin eşlik ettiği bilateral konjenital vaz deferens agenezisi

    No full text
    Anomalies of vas deferens are uncommon and occur in the 1-2% of the infertile men (1). the possible causes for this condition are still unclear, and it is caused by defective development of Wolffian ducts. Seminal vesicle and renal anomalies accompany to vas deferens anomalies frequently. in this report we present a case of congenital bilateral absence of vas deferens (CBAVD) coexisting with bilateral seminal vesicle agenesis as well as solitary pelvic kidney.Vaz deferens anomalileri yaygın değildir ve infertil erkeklerin % 1-2'sinde görülmektedir (1).Bu durumun olası nedenleri hala belirsiz olup Wolf kanallarının defektif gelişimi sonucu ortaya çıkmaktadır. Seminal vezikül ve böbrek anomalileri sıklıkla vaz deferens anomalilerine eşlik etmektedir. Bu vaka takdimi ile bilateral vaz deferens agenezisine eşlik eden bilateral seminal vezikül agenezisi ve soliter pelvik böbreği olan bir olgu sunulmuştur

    Radical perineal prostatectomy: Our initial experience

    No full text
    OBJECTIVE: Radical prostatectomy is the standard treatment modality for localized prostate cancer. Minimally invasive surgery, especially robotic surgery, has attracted interest in the last 10 years, and open surgery has been less preferred. Among the open surgical procedures, the perineal approach is the least preferred by urologists, which may be related to their perception of its overall difficulty. In this study, we aimed to present our initial experience with learning and performing radical perineal prostatectomy (RPP) and to draw attention to this method. MATERIAL AND METHODS: After a short training period between November 2011 and May 2013, RPP was performed on 9 patients with localized prostate cancer. The patients were evaluated as for medical, and perioperative and major postoperative complications. RESULTS: The mean age of the patients was 60.4±5.3 (50–68) years, the mean preoperative prostate-specific antigen (PSA) value was 5.8±1.3 (4.0–7.6) ng/mL and the mean prostate volume was 38.8±7.7 (28–54) cc. The biopsy Gleason score ranged from 5 to 7. The median follow-up period was 14 (3–30) months. Anastomotic stricture did not occur in any of the patients. Of the 9 patients, 4 (44%) were immediately continent after catheter removal, while the remaining patients were continent at the end of three months. Of the 7 patients who underwent nerve-sparing surgery, 2 had postoperative spontaneous erections. Erectile function was maintained with phosphodiesterase 5 (PDE-5) inhibitor treatment in 3, and with intracavernosal injection in 1 patient. Penile prosthesis implantation was performed in 1 patient. CONCLUSION: RPP has been a promising procedure at the start with its favorable oncologic and functional outcomes. This method should be considered by urologists, although it has been previously perceived as a challenging surgical procedure to perform

    Percutaneous Nephrolithotomy in Horseshoe Kidney: Our First Experience

    No full text
    Objective To share our experience in percutaneous nephrolithotomy (PCNL) procedures in patients with horseshoe kidney. Materials and Methods The data of 7 patients undergoing PCNL were analyzed retrospectively. Preoperative clinical and laboratory data of patients (including complete urinalysis, complete blood count, serum biochemistry, and coagulation tests) were recorded. The stone surface area (mm2) was calculated by graph paper tracing of two dimensional projection of the stone on a plain film of the kidneys, ureters and bladder (KUB) in the anteroposterior view by investigators. In addition, per-operative and post-operative findings were evaluated. Success and complication rates (according to the classification of Clavien) were also determined. Results The mean stone surface area was 1234 (range 250-2460 mm2) mm2. Six patients were treated through a single tract, and one patient required additional access. Access was directed to the middle calyx (n=2), superior calyx (n=4), middle and inferior calyx (n=1) through the supracostal (n=2) and subcostal (n=5) areas. Mean operative time was 131 (range 70-215 minutes) minutes. Stone-free rate after single session PCNL was 71% (n=5) and increased to 86% (n=6) with a post-operative secondary ureterorenoscopy procedure. Complications including bleeding necessitating blood transfusion (Clavien grade 2) and prolonged drainage (Clavien degree 3a) were occurred in only 2 patients (24%). Conclusion PCNL is a safe and successful procedure in patients with horseshoe kidney and comparable with PNL procedures in patients with normal renal anatom

    Alt üriner sistem semptomlu hastalarda cinsel disfonksiyonun araştırılması, testosteron, leptin, kan lipidleri ile ilişkisi: Alfa bloker (Tamsulosin) tedavisi sonrası yeniden değerlendirme

    No full text
    Introduction: Lower urinary tract symptoms (LUTS) associated with BPH and erectile dysfunction (ED) are common problems in aging male. In this study, we aimed to determine the causes of the relationship between LUTS and ED, and the possible effects of body mass index (BMI), serum leptin, free testosterone (fT) and lipid levels on LUTS and ED etiology. Materials and Methods: Between June 2003 and February 2004, 46 patients were recruited in this study. All patients underwent physical examination including digital rectal examination, urine analysis, uroflowmetry and residual urine volume assessment. Serum leptin, lipid and free testosterone levels were analyzed. All patients' BMI were determined. Thirty-three patients received alpha blocker treatment and 13 patients were in the watchful waiting group. Erectile capacity and voiding symptoms of the patients were analyzed with International Index of Erectile Function (IIEF-5), International Prostate Symptom Score (IPSS), respectively before and after alpha blocker treatments. Ejaculatory function was assessed with Danish Prostate Symptom Score sexual-function questionnaire (DAN-PSSsex). Data were analyzed using the Pearson correlation test, Mann-Whitney test and Kruskal-Wallis test. Results: There was a negative correlation between IPSS and IIEF (p;lt;0.05). The incidences of ED in patients with LUTS were 50%, 81.8% and 69.2% in patients with mild, moderate and severe symptom, respectively. The frequency of erectile dysfunction was very high in patients especially with moderate symptoms. After alpha blocker treatment the percentage of patients with mild symptoms decreased, but those with moderate and severe symptoms increased. In our study there was no significant correlation between IIEF and fT levels but the mean level of fT in patients with ED was under 15 ng/ml. There was no correlation between serum lipid levels and the other parameters. Conclusion: There is a strong correlation between LUTS and ED. As the severity of LUTS increases the incidence of ED increases. Alpha blocker treatment seems to slightly increase the incidence of ED and ejaculatory problems. Patients with LUTS and ED have lower levels of fT, but this is not statistically significant. There is no correlation between serum lipids and other parameters. Leptin levels might be important in predicting LUTS and ED relationship for future research.Çalışmamızda, alt üriner sistem semptomları (AÜSS) ve erektil disfonksiyon (ED) birlikteliğin olası nedenlerini ve bu nedenler ile bazı değişkenlerin (vücut kitle indeksi (VKİ), serum leptin, serbest testosteron (sT), kan lipidleri) ilişkisini incelemeyi amaçladık. Temmuz 2003-Şubat 2004 arası 46 hasta çalışmaya alındı. Tüm hastalara parmakla rektal muayeneyi içeren fizik muayene, tam idrar analizi, idrar akım hızı ve rezidüel idrar volümü incelemesi yapılmıştır. Ayrıca hastaların serum lipid değerleri, serum serbest testosteron düzeyleri ve serum leptin düzeyleri ölçülmüştür. Hastaların VKİ'leri belirlenmiştir. Hastaların semptom süreleri belirlenerek IPSS, IIEF ve DAN-PSS seks soru formları ile tedavi öncesi ve sonrası AÜSS, erektil fonksiyon ve ejakülatuar durumları incelendi. AÜSS skoru ile ED semptom skoru arasında negatif bir korelasyon tespit edilmiştir (p0.05). Alfa bloker tedavisi sonrası hafif ED sıklığında azalma saptanırken, orta ve şiddetli ED formlarında artış saptanmıştır. IIEF ile serbest testosteron arasında anlamlı bir korelasyon görülmemiştir. Kan lipidleri ile çalışılan hiçbir parametre arasında bağlantı tespit edilmemiştir. Leptin düzeyi ED olan grupta ED olmayan gruba göre daha düşük saptanmıştır. AÜSS için ilaç kullanımı önerilen hastaların çoğunda AÜSS'de gerileme ancak ED'de ve ejakülatuar sorunlarda artış tespit edilmiştir. AÜSS'nin şiddeti arttıkça ereksiyon kaybı da artmaktadır. AÜSS ile gelen ve medikal tedavi ihtiyacı olan hastaların özellikle ED açısından değerlendirilmesi önemlidir. Gelecekteki çalışmalarda, AÜSS ve ED birlikteliğini öngörmede leptin seviyeleri önem kazanabilir
    corecore