209 research outputs found

    The effect of carnosine on lower extremity ischemia reperfusion injury in rat

    Get PDF
    Ratlarda Alt Ekstremite İskemi Reperfüzyon Hasarına Karnozinin Etkisi Amaç: Bu çalışmanın amacı, rat infrarenal abdominal aortasında oklüzyon-reperfüzyon sonrası kas ve akciğer dokusunda oluşan iskemi reperfüzyon hasarına karnozinin etkisini araştırmaktır. Yöntem : 24 adet Sprague-Dawley cinsi rat, rasgele ve eşit sayıda (n=8) olmak üzere üç gruba ayrıldı. Grup 1; sham laparotomi (kontrol) + serum fizyolojik grubuna, laparotomi ve infrarenal abdominal aorta diseksiyonu yapıldı ancak oklüzyon uygulanmadı ve serum fizyolojik intraperitoneal verildi. Grup 2; Aortik iskemi reperfüzyon + serum fizyolojik grubunda infrarenal abdominal aorta diseksiyonu yapıldı, aortaya kros-klemp konularak 30 dakika iskemi ve kros-klemp kaldırılarak 60 dakika reperfüzyon gerçekleştirildi, klemp kaldırılmadan 10 dakika önce serum fizyolojik intraperitoneal uygulandı. Grup 3; Aortik iskemi reperfüzyon + karnozin grubunda ise, aortaya kros-klemp konularak 30 dakika iskemi ve 60 dakika reperfüzyon uygulandı, kros-klemp kaldırılmadan 10 dakika önce 250 mg/kg karnozin intraperitoneal yolla verildi. Reperfüzyon süresinin tamamlanmasıyla ratlar; kan, kas ve akciğer doku örnekleri alınarak sakrifiye edildi, örneklerde biyokimyasal yöntemlerle malonil dialdehit, süperoksit dismutaz, katalaz, myeloperoksidaz, nitrik oksit, glutatyon redüktaz, total glutatyon, okside glutatyon ve glutatyon peroksidaz düzeyleri ölçüldü. Kan örneklerinde bu parametrelere ek olarak total antioksidan kapasitesi bakıldı. Bulgular: Akciğer dokusunda aortik iskemi reperfüzyon + serum fizyolojik grubuna (Grup 2) ait malonil dialdehit, süperoksit dismutaz, myeloperoksidaz, okside glutatyon ve total glutatyon değerleri kontrol grubundaki değerlere göre anlamlı derecede yüksek bulundu (p<0,05). Aortik iskemi reperfüzyon + karnozin grubuna (Grup 3) ait glutatyon redüktaz, malonil dialdehit ve okside glutatyon değerleri, aortik iskemi reperfüzyon + serum fizyolojik grubundaki değerlere göre anlamlı derecede düşük bulundu (p<0.05). Sonuç: Karnozinin, deneysel modelimizde, iskemi reperfüzyon hasarının sistemik ve lokal etkilerini, özellikle akciğerlerde oluşan hasarı engellemede etkili olduğu görülmüştür. Abdominal aort iskemi reperfüzyon hasarında karnozinin ilk defa kullanılması ve ortaya çıkan bulguların, karnozinin iskemi reperfüzyon hasarına karşı koruyucu olabileceğini desteklenmesi nedeniyle, çalışmamızın bundan sonraki araştırmalara yol göstereceği inancındayız.The Effect Of Carnosine On Lower Extremity Ischemia Reperfusion İnjury İn Rat Purpose: The purpose of this study is; to examine the effect of carnosine on ischemia reperfusion injury in lungs and muscle occuring after occlusion ' reperfusion of infrarenal abdominal aorta in rats. Material and Method: Twentyfour Sprague-Dawley rats were randomly divided into 3 groups (n=8). Sham laparotomy (control) group underwent laparotomy and dissection of the infrarenal abdominal aorta without occlusion and saline was given intraperitoneally. In aortic ischemia reperfusion groups (group 2 and 3), after laparotomy and exteriorization of the infrarenal abdominal aorta, aorta was occluded for 30 min ischemia and then the clamp was removed for 60 min reperfusion. In group 2; saline and in group 3; 250mg/kg carnosine, in equal volumes, were given intraperitoneally 10 min before declamping of the aorta. The blood, lung and muscle specimens were taken for biochemical analysis of malonil dialdehyde, superoxide dismutase, catalase, myeloperoxidase, nitric oxide, glutathione peroxidase, glutathione reductase, total glutathione and oxide glutathione. Additionally, in blood samples total antioksidant capasity was analyzed. Results: İn lung specimens, levels of malonil dialdehyde, superoxide dismutase, myeloperoxidase, oxide glutathione and total glutathione in the aortik ischemia reperfusion + saline group (group 2) were significantly higher than the levels in the sham laparotomy (control) group (p<0.05). Level of glutathione reductase, malonil dialdehyde and oxide glutathione in the aortik ischemia reperfusion + carnosine group (group 3) was significantly lower than the level in the aortik ischemia reperfusion + saline group (p<0.05). Conclusion: Carnosine could prevent the systemic and local effects of abdominal aortic occlusion-reperfusion injury in rats. Since this is a first demonstration for the use of carnosine in abdominal aortic occlusion-reperfusion injury, the results of the present study could light the way for the future studies

    Yeniden Adalet Ağaoğlu

    Get PDF
    Taha Toros Arşivi, Dosya No: 55-Adalet Ağaoğl

    Modafinil dependence: A case with attention-deficit/hyperactivity disorder

    Get PDF
    Modafinil is generally known as a drug with low addiction potential. There are few case reports in the literature demonstrating that Modafinil, stated being capable of diminishing symptoms of attention deficit/hyperactivity disorder (ADHD), causes addiction. In the present article a Modafinil addicted ADHD case, consuming usurious doses (5,000 mg/per day) of Modafinil is presented. The case presented to our psychiatry outpatient clinic due to: requirement of in taking high dose Modafinil in order to achieve the initial effects, difficulty in obtaining the drug, irritability, anxiousness, sleep irregularities, fatigue and unpleasant vivid dreams when he did not use the drug. It was realized that the patient, himself increased doses of Modafinil incrementally, in order to keep its effects on attention symptoms at the same level. It has to be kept in mind that ADHD patients can develop Modafinil addiction. It is necessary to carry out systemic studies on this subject. © 2018 Korean Neuropsychiatric Association

    Sabiha Gökçen

    Get PDF
    Taha Toros Arşivi, Dosya No: 42-Sabiha Gökçe

    Submersion cases in city of Aydin

    Get PDF
    Aydın'da 2004 ile 2009 yılları arasında sudan çıkarılan cesetlerin retrospektif olarak değerlendirilmesi, elde edilen verilerin literatür bilgileri ile karşılaştırılması, farklı unsurların belirlenmesi ve var ise farklılıkların tartışılması planlanmıştır. İl geneli için bu konuda daha önceden yapılmış çalışma bulunmamaktadır. Toplanan verilerin ülkemiz ve dünyadaki benzer çalışmalara katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Gereç ve yöntem: 2004 ile 2009 yılları arasında Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı'nda görevli öğretim üyesi adli tıp uzmanlarınca yapılan tüm ölü muayenesi ve otopsi kayıtları, tutanak örnekleri incelendi. Sudan çıkarılmış olduğu anlaşılan olgulara ait dokümanlar ayrıntılı değerlendirme için ayrıldı. Bu tutanaklardan elde edilen veriler SPSS for Windows 13.0 programı yardımıyla işlenerek; zamansal açıdan rastlanma sıklığı, yaş, cinsiyet, uyruk gibi sosyodemografik veriler, cesedin çıkarıldığı suyun ve yerin özelliği (deniz, havuz, baraj, sulama kanalı, vs.), otopsi yapılma sıklığı, cesedin durumu ve adli muayene sonucunda saptanan bulgular, histopatolojik inceleme sonuçları, ölüm nedenleri, orijin açısından değerlendirildi. Bulgular: Çalışma kapsamındaki 6 yıllık dönem içerisinde toplam 1653 ölü muayenesi ve otopsi yapıldığı, bunlardan 125 (%7.56) olgunun sudan çıkarıldığı ve 104 (%6.29) olgunun ölümünde suda boğulmanın tek başına veya diğer nedenler ile birlikte etken olduğu saptandı. Olguların 104'ü (%83.2) erkek, 20'si (%16.0) kadındı. Mevsimsel olarak incelendiğinde yaz ayları (Haziran, Temmuz, Ağustos) olguların yarısından fazlasının görüldüğü dönemdi. Yaş ortalamasının 34.04±22.9 olduğu, olgular, dekadlar halinde yaş gruplarına ayrıldığında 26 (%20.8) olgu ile 21-30 yaş aralığının tepe noktası olduğu, 0-10 yaş grubunun 18 (%14.4) olgu ile ikinci sırada geldiği, ardından 17'şer olgu ile 11-20 ve 31-40 yaş grubunun takip ettiği saptandı. Olguların %44.8'i denizden, %37.6'sı göl, baraj, akarsu, sulama kanalı gibi normalde yüzmenin yasak olduğu yerlerden çıkarılmış ve 117'sine (%93.6) otopsi yapılmıştı. Cesedin bulunmasından, adli tıp uzmanınca değerlendirilmesine kadar geçen sürenin ortalama 10.47(±7.7) saat olduğu, çürümenin 10 (%8.0) olguda başlamış, 21 (%16.8) olguda ise ilerlemiş olduğu saptandı. Ölümünde suda boğulmanın etken olduğu 104 olgunun 42'sinde (%40.38) mantar köpüğü izlenmişti. İleri derecede çürüme olan 21 olgunun hiçbirinde mantar köpüğü bulgusu yoktu. 44 (%35.2) olguda herhangi bir dış travmatik bulgu yokken, geri kalan olgularda antemortem ve/veya postmortem oluşmuş çeşitli niteliklerde travmatik lezyonlar mevcuttu. Otopsi yapılan 117 olgunun 95'inde (%81.2) kişinin önemli miktarda sıvı aspire ettiğine işaret edecek akciğer bulguları belirlendiği, otopsi sonucunda (ıslak ya da kuru tip) suda boğulma sonucu öldüğü kanısına varılan 80 olgudan yalnızca 3 (%3.75)'ünde sıvı aspirasyonuna işaret edecek herhangi bir akciğer bulgusu yok iken, diğer nedenler ile suda boğulmanın ortak etkisi sonucunda öldüğü belirlenen 18 olgunun tamamında aspirasyon bulguları görüldüğü saptandı. Otopsilerin %88.0'inde (n=103) histopatolojik örnekleme yapılmamıştı. Çalışmamız sonucunda saptanan ölüm nedenlerine bakıldığında; 125 olgudan 86'sının (%68.8) suda boğulma, 18'inin (%14.4) suda boğulma ve diğer etkenlerin ortak etkisi sonucu öldüğü, 15 (%12.0) cesette ise sudan çıkarılmakla birlikte suda boğulma bulgusu olmadığı ve başka bir nedenle öldüğü kanaatine varıldığı belirlendi. Orijin olarak kazaların %79.2'lik bir oran (n=99) ile ilk sırada olduğu görüldü. Olguların %3.2'si (n=4) kendilerinde mevcut bir hastalık zemininde doğal nedenler ile öldükten sonra suya düşmüştü. 3 (%2.4) olguda cinayet, 1 (%0.8) olguda ise intihar orijin olarak belirlenmişti. Sonuç: Genel olarak adli tıp pratiğinde olduğu gibi, bölgemizde de, sudan çıkarılmış cesetler önemli bir yer tutmaktadır. Olguların çoğunluğunda ölüm nedeni suda boğulma, orijin kaza olmakla birlikte, diğer ölüm nedenleri ve orijinlerle de karşılaşma ihtimalinin her zaman bulunduğu dikkate alınmalıdır.Aim in this study is to examine the submersion cases which were found in the 6 years period 2004-2009 in Aydin, retrospectively and to discuss the differences with the studies that were done about this same subject in our country and worldwide. Material and method: Data was obtained from the archive of Adnan Menderes University Medical Faculty Department of Forensic Medicine. Distribution by time, social and demographic data like as age, gender, nationality, characteristics of the area and water supply that the bodies recovered from, autopsy rate, speciality of the death body, autopsy and histopathological findings, cause of death, origin were evaluated. Findings: There were a total of 125 submersion cases and 104 of them were drowned. These cases make up 7.56% and 6.29% of all forensic autopsies and death examinations, respectively. 83.2% of all the cases were male and 16.0% were female. Summer was the season that more than the half of the cases were seen. In the distribution of age groups; 21-30 age group was the highest with a rate of 20.8% and 0-10 age group was the second with 14.4%. 44.8% of all the cases were recovered from sea and 37.6% of them from lake, dam, river or irrigation canel. An autopsy by forensic medicine specialist was done in the 93.6% of all the cases. Putrefactive changes was advanced in 21 (16.8%) cases. External foam was determined in 40.38% of the drowned cases. According to autopsy data; there were not liquid aspiration finding in only 3.75% of the 80 cases that were died due to submersion (wet or dry drowning without any other factor). There was not histopathological examination in 88.0% of the autopsies. 86 (68.8%) cases were died due to drowning unaccompanied and 18 (14.4%) were died due to drowning and other factors together. In 15 (12.0%) cases, although recovered from water, there were no finding that point at they were drowned. According to origin of the cases; accident take the first place with a rate of 79.2%. Suicide was the origin in only 1 (0.8%) case. Conclusion: As in the world and different regions of our country submersion cases take an important place in Aydin also. Although the cause of death is drowning and the origin is accident in most cases, other causes and origins also must be beared in mind

    Bodily Experience And Spatial Thinking In Architectural Design Process

    Get PDF
    Tez (Doktora) -- İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, 2014Thesis (PhD) -- İstanbul Technical University, Institute of Science and Technology, 201420. yy’ın ilk yarısında el ile üretimden makina ile üretime, zanaatten endüstrileşmeye geçiş, mimarlık da dahil olmak üzere pek çok disiplinde Herbert Marcuse’un ifadesiyle “düşünce ve eylemin”, “kavram ve yürütmenin”, “el ile zihnin” ayrışması krizine neden olmuştu (Marcuse, 2002). 20. yy’ın ikinci yarısından itibaren, temelleri kartezyen dünya tasavvuruna dayanan, bilginin deneyimden ayrı olarak (disembodied) idealist bir biçimde temsil geleneği ile bilgi ve iletişim teknolojilerinin bu ayrık gelenek üzerine inşaası ise, mimarlığın “sayısal”la karşılaşmasında yeni bir krize yol açmıştır. Günümüzde, mimarlık kuram, söylem ve uygulamalarında, tasarım düşüncesi ile tasarımcı bedeni ayrı iki özne olarak belirmektedir. Sayısal çağın krizinde parçalara ayrılan el ve zihnin ötesinde, duyusal algı bütünlüğü olmaktadır. Bir yandan görsel duyu kutsanırken, öte yandan dokunma duyusu ve bedenin uzam ile süreç içinde kurduğu iletişim biçimleri giderek silikleşmektedir. Tez kapsamında mimarların sayısal ortam ile kurdukları diyaloğa ilişkin tartışmaların; mimarlık, bilişsel çalışmalar ve insan-bilgisayar etkileşimi alanlarından yararlanarak açılması ve derinleştirilmesi amaçlanmıştır. Bedenin ortadan kaybolmasının krizini tek bir yöntem ya da yaklaşım ile açıklamak olanaksız olduğundan, olabildiğince deneyimleyen özne tarafında kalmaya ve bütüncül yaklaşılmaya çalışılmıştır. Bu çalışma, cisimleşme (embodiment) kuramına, ampirik gözlemler aracığıyla niteliksel destekler arama çabası gütmektedir. Aynı zamanda bu çalışma kapsamında, mevcut (geleneksel) tasarım süreçlerinde, tasarımcıların tasarım temsilleri ve çevreleri ile kurdukları bedensel deneyimin doğal ve estetik niteliklerinin irdelenmesi ve tasarımcıların uzama dair düşünce geliştirirken bedensel deneyimin rolüne ilişkin içgörü kazanılması amaçlanmıştır. Birinci bölüm üç temel alt başlıktan oluşmaktadır. Birinci alt başlıkta, tarihsel perspektif içerisinde mimarlıkta yapma biçimlerindeki değişim ve dönüşüm eşikleri ve bu eşiklerin “beden” ile kurduğu ilişki biçimleri tartışılmaktadır. Herhangi bir temsile ihtiyaç duymadan bedeni ve elleri aracılığıyla duvar ören ustadan, günümüzde bilgisayar destekli tasarım yapan mimara değin, mimarlık pratiği, kuramı ve söyleminde “beden” ve “bedensel deneyim”in geçtiği kırılma noktaları ele alınmıştır. Antik Dönem, Rönesans, Endüstri ve Sayısal Çağları olarak dört ana kırılma noktasına göz atılmakla birlikte, günümüzdeki sayısal düşüncenin dinamiklerini anlamak üzere 20. yy başlarında makinalaşma dönemine odaklanılmıştır. Birinci bölümün ikinci alt başlığında, Sartre, Merleau-Ponty ve bedenin ontolojik boyutlarını sorgulayan diğer düşünürlerin tartışmaları açılmaktadır. Birinci bölümün son alt başlığında ise, duyusal deneyimin epistemolojik perspektifleri irdelenmektedir. Sartre bedeni hem “kendi-için-varlık”, hem de “başkası-için-varlık” olarak iki ontolojik düzlemde ele almaktadır (Sartre, 2009).  Merleau-Ponty, Sartre’ın bu iki ontolojik düzlemini algı ve deneyim; Kant’ın “aşkın estetik” kavramını ise “bedensel deneyim” olarak yorumlamıştır (Rawes, 2008). Merleau-Ponty aynı zamanda, Husserl ve Heidegger’deki aşkınlık kavramının yerine bedeni koymak olmuştur. Merleau-Ponty’nin bilinci somutlaşan bir deneyim olarak (insan ve insan olmayan diğerleri arasındaki karşılaşmada dokunsal bir varolma biçiminde) beden üzerinden kuramsallaştırmasının devrimci bir adım olduğunu ifade edilmektedir (Young, 2005). Merleau-Ponty Descartes’in mekanik algı anlayışını, mekanik psikolojiyi ve klasik psikolojiyi indirgemeci oldukları iddiasıyla eleştirir. Deneyimin somutlaşan (embodied) boyutu ile dokunmak ve dokunulmanın aynı anda duyumsanmasının algıda bir muğlaklığa neden olduğunun altını çizer (Merleau-Ponty, 2012). Merleau-Ponty’ye (2012) göre, bedenimiz dünya içerisindeki tekil bir nesneden öte; yaşayan, nefes alan ve deneyimleyen bir varlıktır. Bu nedenle Merleau-Ponty, bedenle ilgili her kuramın “algılanan dünya” kuramını dikkate almak durumunda olduğunu öne sürer. İkinci bölümde ete kemiğe bürünme, somutlaşma, cisimleşme olarak Türkçe’ye çevirebileceğimiz “embodiment” kuramları tartışılmaktadır.  Mimarlık, bilişsel bilim ve insan-bilgisayar etkileşimi alanlarındaki, “deneyimin somutlaşmasına” ilişkin kuramlar irdelenirken, Johnson and Lakoff’un konu ile ilgili savları esas alınmıştır (Lakoff and Johnson, 1999; Lakoff and Johnson, 2008; Johnson, 1987; Johnson, 2008).  Kökenlerini özellikle bir kıta Avrupası felsefecisi olan Merleau-Ponty’nin düşüncelerinden devralan “somutlaşma” (embodiment) kuramı, felsefe, psikoloji, biliş, dil bilim, yapay zeka,  gibi pek çok farklı alandaki tartışmaları etkilemiştir. Nöroloji alanındaki gelişmelerden beslenerek giderek önem kazanmaktadır. Bu yaklaşım, beden ve zihni bütünsel bir şekilde ele almaktadır. Bu anlamda düşünme sürecinde bedenin önemli bir rolü olduğu varsayılır. Zihnin çalışmasını bilgi işlem kuramında açıklayan girdi – işlem – çıktı süreci biçiminde değildir. Fiziksel çevre ile kurulan ilişki önemlidir, ancak bu ilişki kişinin çevreye adaptasyonunu da gerektiren süreklilik içerisinde ve beden aracılığıyla yapılmaktadır. Deneyimin somutlaşması yaklaşımının, “beden”, “dış dünya” ve “beden ve dış dünya arasında süregiden etkileşim” biçiminde üç ana unsurundan söz edilebilir. Deneyimin somutlaşması yaklaşımı ile ilişkili olan diğer kavramlar beden-imaj, beden-şeması ve imaj-şemasıdır. Beden-imaj kavramına mimarlık alanında ilk olarak Bloomer ve Moore, 1977 tarihli “Body, Memory, Architecture” kitaplarında yer vermişlerdir. Bloomer ve Moore, beden-imaj teriminin daha geniş anlamda klasik “imgelem” kavramını, beden-algı ve beden-şeması gibi kavramları içerisinde barındırdığından söz ederler (Bloomer ve Moore, 1977). Bloomer ve Moore ise kullandıkları beden-imaj kavramını, kişinin uzamsal yönelimleri (intentions), değerleri, kişisel bilgisi ve deneyimleyen bedeni ile edinilen bütünsel bir duygu ya da üç boyutlu “Gestalt” duygusu olarak tanımlamaktadırlar ve “bilinçaltı seviyesinde farkında olmadan bedenlerimizi üç boyutlu bir sınıra yerleştiririz” demektedirler. Beden-imaj şemaları olarak “aşağı/yukarı”, “ileri/geri”, sağ/sol” ve “burada ve içeride” gibi şemaları sıralarlar (Bloomer ve Moore, 1977).  Lakoff ve Johnson’un imaj şemaları, tasarım ve modelleme sürecinde tasarımcıların tasarım temsilleri ile kurdukları iletişimin örtük boyutlarını anlamamız açısından önemli bir kavrayış sağlamaktadır. Beşinci bölümdeki uygulamaların çözümlenmesi sırasında kullanılmış olan “kutulama” şeması, “kaynak-iz-amaç” şeması, ikinci bölüm içerisinde açıklanmaktadır.    “Düşüncenin Sözel ve Görsel Olmayan Temelleri” başlıklı üçüncü bölümde, bilinçli düşüncenin örtük, uzamsal ve bilinçaltı temelleri ile ilgili olarak, gelişim psikolojisi, nöropsikoloji, antropoloji ve ampirik çalışma yapılan diğer alanlardaki literatür incelenmiştir. Bu kaynaklardan, el jestlerinin mimari tasarım ve modelleme süreçlerindeki rolüne ilişkin ipucu sağlayabilecek olanlara yer verilmiştir. İncelenen çalışmalarda “hareket” algısına ve “dokunma” duyusuna çok sayıda referans verildiği görülmektedir. Bu bağlamda bölüm üç alt başlık biçiminde kurgulanmıştır. Bunlardan ilki “çocukluk dönemindeki dokunma deneyimi”dir. Gerek dokunmanın gerekse hareketin, erken çocukluk döneminde dünyanın algılanmasında önemli bir yeri bulunmaktadır. Çocukluk döneminden itibaren bu deneyim, sinir sisteminde çeşitli izler ve örüntüler biçiminde imaj şemalarının temellerini oluşturmaktadır (Johnson, 2008). Tez kapsamında bu alt başlığın önemi, durum çalışmasına katılan kişilerin dijital ortam ile çocukluk dönemlerinde benzer bir iletişim biçimi kurmalarıdır. Çocukluk döneminden itibaren dijital ortam ile farklı iletişim ve etkileşim biçimi kurmuş olan gelecekteki katılımcılar için, tezde ulaşılan bulgu ve sonuçlar farklılık gösterebilir. Bir başka alt başlıkta el jestlerinin kinestetik nitelikleri tartışılmaktadır.. Kinestetik duyumsama hareket ile algılanan deneyimi içermektedir. Diğer yandan dokunma duyusu ile bütünlüklü çalışan, yer yer örtüşen bir yanı da vardır. Yakınlık-uzaklık ilişkisini anlamamıza örtük bir şekilde destek olmakta olan kinestetik duyumsama, özellikle erken çocukluk döneminde kaynak-iz-amaç imaj şemasının ilk şekillenme sürecinde önemli bir rol oynamaktadır (Mandler, 2012). Bu bölümün son alt başlığında “el”in kavramsal düşünme süreçleri üzerindeki etkisi incelenmiştir. Dördüncü bölümde genel olarak tasarımcı davranışının, özel olarak bedene ilişkin analizlerin, tasarımda protokol çalışmalarında nasıl ele alındığı konusuna odaklanılmaktadır. Psikoloji alanında protokol çalışmaları mimari tasarım alanından çok daha önce başlamıştır.  Günümüzde, protokol çalışmaları alanında pek çok farklı yöntem ve yaklaşım geliştirildiği görülmektedir. Tez kapsamında ise, mimari tasarım sürecinde “bedensel deneyim”in ele alındığı ve bunun yanısıra “uza[OB1] msal kodlamalar” içeren çalışmalara yer verilmiştir. Beşinci bölümde, tez kapsamında yapılan iki farklı durum çalışması sunulmaktadır. Durum çalışmalarından ilki, yüksek lisans düzeyinde iki mimarlık öğrencisinin katılımı ile gerçekleştirilen, kurgulanmış bir modelleme deneyidir. Bu  deney ortalama 30 dakika sürmekte olup, 4 adet fiziksel maketin bilgisayar ortamında modellenmesinden oluşmaktadır. Deney, birisi İstanbul Teknik Üniversitesi ve diğeri ETH Zürih’te olmak üzere toplamda 4 katılımcı ile 2 kez tekrarlanmıştır. İkinci durum çalışması ise İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi son sınıf öğrencilerinin 2013-2014 bahar yarıyıllarından bitirme jurilerindeki sunuşlarının ampirik olarak gözlenmesi biçimindedir. Öğrencilerin el jestlerini doğal bir şekilde kullanmaları amacıyla, gözlem öncesinde deneyin içeriği ile ilgili bilgilendirme yapılmamıştır.  Her iki durum çalışması da video ile kaydedilmiştir. İlk durum çalışmasındaki sözel içeriğin tamamının çözümlemesi yapılmıştır (Ek A.1 ve Ek B.1). İkinci durum çalışmasından ise, 2013-2014 bahar yarıyılında bitirme projesi almış ve dönem boyunca üç kez juri sunuşuna çıkmış olan öğrencilerden seçilen ikisinin sözel çözümlemesi yapılmıştır (Ek C). Analiz yöntemi olarak, Johnson ve Lakoff’un (2008) beden şemaları, McNeil’in (1992) jest kategorilerinden yararlanılmıştır. El jestlerinin McNeill’in (1992) kategorilerine göre dağılımı, el jestleri ile sözel içeriğin ilişkisi, el jestleri ile maketin anlatıldığı ortamın ilişkisi ve son olarak da Lakoff (1987) ve Johnson’ın (1987) imaj şemaları ile el jestlerinin ilişkisi irdelenmiştir. Tasarımcıların uzamsal, soyut kavramları ya da metaforik kavramları açıklarken kullandıkları el jestlerinin bütünleyici rolü irdelenmiştir. Deneyin çıktı ve bulguları yine aynı bölümde açıklanmıştır. Altıncı bölümde ise, gelecekteki sayısal tasarım ortamlarının değerlendirilmesi amacıyla görüş, tartışma ve öneriler aktarılmıştır.The transition from craft to mechanic production over the first half of the twentieth century led to an aesthetic crisis, in Herbert Marcuse’s words, the division of “thought and action”, “conception and execution”, “hand and mind”, in several disciplines, including the field of architecture (Marcuse, 1964/2002). Architectural discourse, theory and practice today have to additionally deal with a new crisis arising from the encounter with digital media. I aim to unfold the discussions on architects’ way of interacting with digital media through phenomenological approach which have common foundations in philosophy, human-computer interaction and cognitive science. This study can be considered as an attempt to seek qualitative clues for the theories of embodiment through empirical observations. Most of the theories and concepts, which are discussed in this dissertation, have been available since ancient times, however they are not among the mainstream theories. This dissertation is also an attempt to understand the nature and aesthetic dimensions of bodily experience acquired and expressed through hand gestures and to explore the role of this bodily experience in the way architects develop spatial ideas. In the Chapter 1.1, I explain crucial focal points and changes in the way of making in architecture and their relations with “body” from a historical perspective. Although, I mention four focal points of empirical, rational, mechanic and digital approaches, which bring important insights for today’s transformation, I particularly focus on the changes within the 20th century. In the Chapter 1.2, I unfold the discussions in the philosophy of Sartre, Merleau-Ponty and others who investigated ontological dimensions of body. Later in the Chapter 1.3, I examine the epistemological perspectives of sensory experience. In Chapter 2, the theories of embodiment in architecture, cognitive science and human-computer interaction are discussed. Johnson and Lakoff’s arguments on embodied experience is a backbone for investigating the related embodiment theories (Lakoff and Johnson, 1999; Lakoff and Johnson, 2008; Johnson, 1987; Johnson, 2008). In Chapter 3, whose title is “Nonverbal and Nonvisual Foundations of Thought”, I overviewed the findings in the fields of development psychology, neuropsychology, anthropology and other empirical studies in relation to the tacit, spatial and unconscious dimensions of conscious experience. Chapter 4 is focused on how bodily experience is examined in the protocol studies, which analyses the behaviour of the designers. Chapter 5 consists of two case studies within the scope of dissertation. The first case study is a structured digital modeling exercise and the second one is an empirical observation of the fourth-year architecture students’ jury presentation in the 2013-2014 spring semester. The case studies were recorded, and the verbal content transcribed. The body schemas of Johnson and Lakoff (2008) and the gesture categories of McNeill (1992) are used for analysing the data. Later the verbal transcripts and the gestural transcripts are analysed. I analyse the way in which gestural interaction and the vocabulary of verbal description is affected when the designers communicate increasingly complex and abstract spatial relations or metaphoric concepts. The outcomes and the findings of the case study is explained in this chapter. Chapter 6 is about the concluding remarks of the dissertation and the discussions on the future of digital design environments.DoktoraPh

    Un enfoque computacional para el análisis de composiciones artísticas

    Get PDF
    Los nuevos enfoques que surgen del análisis de obras de arte con herramientas computacionales tienen el potencial de ofrecer diferentes perspectivas a las obras de arte recreadas en medios digitales. Este artículo pretende revelar las relaciones implícitas entre las composiciones de Mondrian con diferentes representaciones visuales. En el ámbito del estudio, las composiciones completadas entre 1938 y 1943, que tienen una fuerte relación geometría-color, se investigaron primero a través de un enfoque basado en píxeles. En el método de fragmentación empleado a seguir, las similitudes y diferencias se expresan con datos transferidos de píxeles a matrices numéricas en dos pasos diferentes: 1) Entre los artefactos en pares, y 2) Entre un artefacto y todos los demás artefactos seleccionados. La visualización de las matrices estuvo representada por mapas de color 2D y mapas de textura 3D. Estos estilos de interpretación permiten que las composiciones se expresen de lo general a lo específico y nuevamente de lo específico a lo general, adquiriendo un nuevo significado.Novas abordagens emergem da análise de obras com ferramentas computacionais e têm potencial para oferecer diferentes perspectivas para obras recriadas em ambientes digitais. Este estudo visa revelar as relações implícitas entre as composições de Mondrian com diferentes representações visuais. No âmbito do estudo, as composições concluídas entre 1938 e 1943, que possuem uma forte relação geometria-cor, foram discutidas pela primeira vez com uma abordagem baseada em pixels. No método de fragmentação seguido, as semelhanças e diferenças são expressas com dados transferidos de pixels para matrizes numéricas em duas etapas distintas: 1. Entre os artefatos em pares, 2. Entre um artefato e todos os outros artefatos selecionados. A visualização das matrizes foi representada por mapas de cores 2D e mapas de texturas 3D. Esses estilos de interpretação permitem que as composições sejam expressas do geral para o específico e novamente do específico para o geral, ganhando um novo significado.New approaches emerging from the analysis of artworks with computational tools have the potential to offer different perspectives to artworks recreated in digital environments. This study aims to reveal the implicit relationships between Mondrian compositions with different visual representations. In the scope of the study, compositions completed between 1938 and 1943, which have a strong geometry-color relationship, were first investigated through a pixel-based approach. In the fragmentation method followed, the similarities and differences are expressed with data transferred from pixels to numerical matrices in two different steps: 1. Between the artifacts in pairs, 2. Between an artifact and all the other selected artifacts. The visualization of the matrices was represented by 2D color maps and 3D texture maps. These interpretation styles allow the compositions to be expressed from general to specific and again, from specific to general, by gaining a new meaning

    A 12-week assessment of the treatment of white spot lesions with CPP-ACP paste and/or fluoride varnish

    Get PDF
    This 12-week clinical study evaluated the impact of 10% CPP-ACP and 5% sodium fluoride varnish regimes on the regression of nonorthodontic white spot lesions (WSLs). The study included 21 children with 101 WSLs who were randomised into four treatment regimes: weekly clinical applications of fluoride varnish for the first month (FV); twice daily self-applications of CPP-ACP paste (CPP-ACP); weekly applications of fluoride varnish for the first month and twice daily self-applications of CPP-ACP paste (CPP-ACP-FV); and no intervention (control). All groups undertook a standard oral hygiene protocol and weekly consultation. Visual appraisals and laser fluorescence (LF) measurements were made in weeks one and twelve. The majority of WSLs in the control and FV groups exhibited no shift in appearance, whereas, in the CPP-ACP and CPP-ACP-FV groups, the lesions predominantly regressed. The visual and LF assessments indicated that the extent of remineralisation afforded by the treatments was of the following order: control ~ FV < CPP-ACP ~ CPP-ACP-FV. Self-applications of CPP-ACP paste as an adjunct to standard oral hygiene significantly improved the appearance and remineralisation of WSLs. No advantage was observed for the use of fluoride varnish as a supplement to either the standard or CPP-ACP-enhanced oral hygiene regimes

    THREE-STEP EXPERIMENTATION ON EMBEDDING CURVATURE TO RIGID PLANAR MATERIALS THROUGH CUT PATTERNS

    Get PDF
    This study presents the outcomes and findings of a three-step experimentation to integrate analog and digital design and modeling techniques, with a particular focus on augmenting the affordance of bending behavior and curvilinearity of rigid planar surface materials. In the scope of the experimentation process, cardboard was used as a material, cutting and bending actions were utilized as techniques and laser cut and visual scripting environment were involved as tools. The potentials of subtractive material techniques such as cut, bend, kerf operations are examined. The experimentation covers hands-on pattern generation, embedment of cut patterns to 2D planar material, re-mapping 2D patterns onto 3D surfaces based on the insights gained in the previous phase and exploration of new 3D freeform surfaces both in physical and digital environments. The three-step experimentation model presented has potentials to contribute to the pedagogical studies focusing on explorative and creative approaches for integrative design formation and fabrication processes.Este estudo apresenta resultados e descobertas de uma experimentação de três passos para integrar técnicas de modelagem e design analógico e digital, com especial atenção para o aumento do rendimento do comportamento de curvatura e curvilinearidade dos materiais de superfície planar rígidos. No âmbito do processo de experimentação, o papelão foi utilizado como material, as ações de corte e flexão foram utilizadas como técnicas e o corte a laser e o ambiente de script visual foram envolvidos como ferramentas. São examinados os potenciais de técnicas de materiais subtraíveis, tais como operações de corte, curvatura, incisão. A experimentação abrange a geração de padrão, incorporação de padrões de corte ao material plano 2D e remapeamento de padrões 2D em superfícies 3D, com base nos conhecimentos adquiridos na fase anterior e na exploração de novas superfícies de forma livre em 3D tanto em ambientes físicos como digitais. O modelo de experimentação de três passos apresentado tem potenciais para contribuir com os estudos pedagógicos focados nas abordagens exploratórias e criativas para a formação e fabricação de projetos integrativos

    Evaluation of the biocompatibility of experimentally manufactured portland cement: an animal study

    Get PDF
    Objectives: The purpose of this study was to evaluate the biocompatibility of MTA and the experimentally manufactured portland cement (EMPC). Study design: Twenty one Sprague Dawley (SD) rats were allocated to testing of three groups. Group I and Group II included ProRoot MTA and the EMPC. The materials were mixed with distilled water and placed in polyethylene tubes. The tubes were implanted subcutaneously in the dorsal region of the animals. Group III served as control; the implanted polyethylene tubes remained empty. At 7, 14, and 28 days after the implantation, the animals were sacrificed and the implants were removed with the surrounding tissues. The specimens were prepared for histological examination to evaluate the inflammatory response. Results: No significant difference was found between tissue reactions against the tested materials (p>0.05). Also, control group showed similar results(p>0.05). Conclusions: Results suggest that the EMPC has the potential to be used in clinical conditions in which ProRoot MTA is indicated. MTA and the EMPC show comparable biocompatibility when evaluated in vivo. Although the results are supportive for the EMPC, more studies are required before the safe clinical use of the EMPC
    corecore