292 research outputs found

    First report of Devonian corals from the Bitlis-Pötürge Massif (SE Turkey): a rare occurrence of corals on the northern margin of Gondwana

    Get PDF
    The Bitlis-Pötürge Massif of SE Turkey is a metamorphic belt separating the Arabian Plate from the Taurides. It includes a non-metamorphic Palaeozoic sequence that contains locally fossiliferous strata. Here is reported for the first time an assemblage of Upper Devonian rugose and tabulate corals from the Meydan Formation, composed of the rugose Frechastraea schafferi (PENECKE), Peneckiella cf. teicherti HILL, Pseudopexiphyllum supradevonicum (PENECKE), and Macgeea desioi VON SCHOUPPÉ, and the tabulate Thamnopora reticulata (DE BLAINVILLE), Alveolites ex. gr. suborbicularis and Scoliopora sp. The rugose corals suggest a Late Frasnian age. The palaeobiogeographic affinities of corals are discussed. The species F. schafferi and the genus Pseudopexiphyllum –so far only reported from Turkey, Iran and Afghanistan– are probably limited to the northern margin of Gondwana and therefore diagnostic for this palaeogeographic area. Until now, the northern margin of Gondwana yielded very few Upper Devonian corals so this occurrence in SE Turkey is particularly important to estimate the relationship between these corals and the ones from the northern margin of the Palaeotethys Ocean

    A Symbiotic Perspective on The Evolution of Language

    Get PDF
    This study focuses on the role of microorganismic (such as bacteria and viruses) evolution and microorganisms’ accordance with mutation process in the context of language emergence. It also asserts that the relationship is not merely resemblance; rather the microbiome (the complete microbiota which either permanently or temporary colonize our body) plays a requisite role in the process of developing sensory-motor system. In this framework; this study briefly describes contemporary developments in molecular biology and microbiology backs up the background of the idea that human body is not a single organism; on the contrary it is an ecosystem consists of many organisms. Within the limits of problem of evolution of language based on these developments; following ideas are put forward: 1. (Following Gould and Chomsky) Language faculty might be emerged as an epiphenomenon (side-effect); not as an adaptation. 2. Then; what is the real adaptational development that arised language as epiphenomenon? It might be our early ancestors who were evolved to bipedal position while getting an opportunity to set their hands free. 3. In the evolution process which provided a transformation of our species to bipedal animals; the role of coevolution of microorganismic ecosystem could not be ignored. Then; the evolution of microbiome has an impact on language faculty side-effectively; while being directly on brain evolution

    Language and the World of Mythos: An Investigation on the Archeology of Culture

    Get PDF
    In this study, I investigate Ernst Cassirer’s analysis of the mythos (or the world of mythos) by focusing on his system of symbolic forms. I adopt his conception of mythos to reveal the influence of forms of mythical consciousness on the emergence of language. To that extend, I compare language paradigms of Cassirer with Chomsky. When I argue that Chomsky’s theory has difficulty to explain the cultural differences when we consider language in relation to mythos. For Chomsky, language phenomena are entirely intrinsical. I think that this claim is hiding behind the anticipation of causality. This anticipation includes the assumption that future will resemble the past. However, I believe that when we are face to the world of mythical consciousness to getting to root of the language, this anticipation falls us into error. It can lead to the misconception that what belongs to the world is a characteristic of our species. From this point of view, I approach to the analysis of language in its relation to mind-body problem. I propound that this problem has an ontological character. Therefore, I argue that, the ontological categories concerning the mythical world would leads us to delusions. Because the world of the appearences mythical world has a phenomenological character. I deal with this problem here in order to make the following basic claim: The mythical expression function continues influencing to our theoretical consciousness occasionally. We experience it most clearly in the physiognomical expression of a sensation. How is this possible? The attempt to find an answer to this question is always drives us to the homunculus error. I’m implying that this error is based on the expectation of causality. Thus I turn again the idea that an evolutionary perspective in such an expectation cannot grasp mythical consciousness correctly. At the end of this work I propose a teleological perspective and I’m explaining it

    TEK-A’LI 151-159Eu VE 151-161Gd çekirdeklerinin manyetik dipol uyarılmalarının incelenmesi

    Get PDF
    06.03.2018 tarihli ve 30352 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “Yükseköğretim Kanunu İle Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile 18.06.2018 tarihli “Lisansüstü Tezlerin Elektronik Ortamda Toplanması, Düzenlenmesi ve Erişime Açılmasına İlişkin Yönerge” gereğince tam metin erişime açılmıştır.Bu tez çalışmasında, nadir toprak bölgesinde yer alan tek-A'lı 151-159Eu ve 151-161Gd çekirdeklerinin taban durum manyetik özellikleri ve manyetik dipol uyarılmaları (M1) QPNM (Kuaziparçacık Fonon Nükleer Model) bazında teorik olarak ilk kez incelenmiştir. Bu çekirdeklerin taban durumlarına ait teorik iç manyetik moment, efektif spin jiromanyetik faktör ve manyetik moment değerleri deneysel veriler ile karşılaştırılmış ve her bir çekirdek için spin-spin etkileşme güç parametresi belirlenmiştir. QPNM (Kuaziparçacık Fonon Nükleer Model) çerçevesinde yapılan hesaplamalar ayrıca KPM (Kuliev-Pyatov Metodu), SPM (Tek Parçacık Model) ve QTDA (Kuaziparçacık Tamm-Dancoff Yaklaşımı) modellerinin sonuçları ile de karşılaştırılmıştır. Ayrıca bu çekirdeklerin manyetik dipol uyarılmaları RI (Dönme Değişmez)-QPNM kullanılarak teorik olarak incelenmiştir. RI-QPNM model, çekirdek hamiltoniyeninin kırılan dönme simetrisinin onarılmasını mümkün kılmaktadır. Restore edici kuvvetler ortalama alanla öz uyumlu olduklarından serbest parametre içermezler. Bu teori çerçevesinde elde edilen teorik sonuçlar mevcut deneysel veriler ile karşılaştırılmıştır.In this thesis, the ground state magnetic properties and magnetic dipole excitations of rare earth elements 151-159Eu and 151-161Gd nuclei have been theoretically investigated in framework of the QPNM (Quasiparticle Phonon Nuclear Model) for the first time. The theoratical values of the ground state magnetic properties such as intrinsic magnetic moment, effective spin gyromagnetic factor and magnetic moment were compared with the avaliable experimental data and the spin-spin interaction parameter was determined for each investigated nuclei. The results of QPNM calculations were also compared with the results of KPM (Kuliev-Pyatov Method), SPM (Single Particle Model) and QTDA (Quasiparticle Tamm-Dancoff Approximation). The magnetic dipole excitations in these nuclei were also theoretically investigated by using RI-QPNM (Rotation Invariant Quasiparticle Phonon Nuclear Model). RI-QPNM model makes it is possible to restore of the broken rotational symmetry of nuclear hamiltonien. Due to the self-consistency of restoration forceses, they contain no arbitrary parameters. The results of calculations are compared with the available experimental data

    A New Lumped Parameter (tank) Model For Reservoirs Containing Carbon Dioxide

    Get PDF
    Tez (Doktora) -- İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, 2016Thesis (PhD) -- İstanbul Technical University, Institute of Science and Technology, 2016Türkiye’nin enerji ve elektrik ihtiyacı nüfus artışı ve sanayileşme hızıyla orantılı olarak artmaktadır. Enerji ihtiyacının büyük bir kısmı yurtdışından ithal edilen fosil yakıtlardan karşılanmaktadır. Fosil enerji kaynaklarının giderek azalması ve yakıldığında havaya verdiği yüksek orandaki karbondioksit nedeniyle kirlilik yaratması gibi nedenler alternatif enerji kaynakları arayışını arttırmıştır. Jeotermal enerji düşük karbondioksit emisyon oranı ile hava kirliliği yaratmaması, tükenmeyen, yenilenebilen ve ucuz bir enerji kaynağı olması nedeniyle önemli bir alternatif enerji kaynağıdır. Ülkemiz jeotermal kaynak zenginliği açısından dünya çapında en ön sıralarda yer almaktadır. Enerjide genel olarak dışa bağlı olduğumuz için yerli enerji kaynaklarının kullanımı daha büyük önem arz etmektedir. Ülkemizin giderek artan enerji ihtiyacının bir kısmının yerli kaynağımız olan jeotermal enerji ile karşılanması enerji bağımlılığımızı azaltıp ülke ekonomisine önemli bir katkı sağlayacaktır. Bu nedenle jeotermal enerjinin en verimli ve en doğru şekilde kullanılması açısından bu konu ile ilgili çalışmalar hız kazanmalıdır. Türkiye’de özellikle son on yıl içinde jeotermal enerjinin kullanımında büyük gelişmeler sağlanmıştır. Jeotermal enerji sıcaklığına bağlı olarak başta elektrik üretimi olmak üzere konut ısıtması, sera ısıtması, termal turizm-tedavi ve endüstri gibi birçok alanda kullanılmaktadır. Türkiye’nin mevcut elektrik kurulu kapasitesi Haziran 2016 itibariyle 695 MWe olarak ve doğrudan kullanım kapasitesi ise 3676 MWh olarak verilmektedir. 2005 yılında jeotermal elektrik kurulu kapasitesinin 17.8 MWe olduğu değerlendirilirse ülkemizde jeotermal enerji kullanımının ne derecede geliştiği görülmektedir. 2014 yılında 38 sahayı kapsayarak yapılan bir çalışma sonucunda elektrik potansiyelinin istatistiksel p10 değerinin 1673 MWe, p90 değerinin ise 3140 MWe olduğu görülmüştür. Yine aynı çalışma, ısıl potansiyel için p10 değerini 5600 MWt ve p90 değerini ise 11400 MWt olarak vermektedir. Mevcut kullanım ve potansiyel dikkate alındığında jeotermal enerjinin kullanımının ülkemizde önümüzdeki yıllarda gelişmeye açık olduğu görülmektedir. Jeotermal enerji kaynağının kullanımının en etkin şekilde yapılabilmesinde rezervuar mühendisliğinin önemi oldukça fazladır. Rezervuar mühendisliği hesaplamalarının gerçekleştirilebilmesi için jeotermal rezervuar modelinin geliştirilebilmesinde yapılan varsayımların gerçeği mümkün mertebe temsil etmesi gerekmektedir. Literatürede ilk jeotermal rezervuar modellerinde rezervuar akışkanı modellenirken saf su varsayımı yapılmıştır. Fakat tüm dünyada birçok jeotermal rezervuarda su içinde çözünmüş olarak CO2, N2, NH3, H2 ve H2S gibi yoğuşmayan gazlar bulunabilmektedir ve miktaları kütlece %10 mertebelerine varabilmektedirler. Bu gazlardan hem miktar hem de etki olarak en belirgin olan yoğuşmayan gaz karbondioksittir. Ülkemizde de hemen hemen tüm jeotermal rezervuarlarda rezervuar suyunun içinde çözünmüş olarak karbondioksit bulunmaktadır. Türkiye’de enerji üretimi bakımından en büyük kapasiteye sahip olan Kızıldere, Germencik, Salavatlı ve Afyon Ömer-Gecek gibi jeotermal rezervuarları incelendiğinde çoğunun karbondioksit içerdiği gözlemlenmektedir. Örneğin, Kızıldere sahasında rezervuar suyu ortalama kütlece % 1.5 oranında karbondioksit ihtiva etmektedir. Bu oran derinlere inildikçe % 3 mertebelerine varabilmektedir. Ömer-Gecek ve Germencik sahaları da % 0.4 ve % 2.1 oranında çözünmüş karbondioksit içermektedir. Rezervuar suyunda çözünmüş karbondioksit içeren bu sahaların modellemeleri yapılırken karbondioksit etkisinin gözardı edilmesi hatalı sonuçlara sebep olur. Karbondioksit varlığı rezervuarın termodinamik koşulları ve faz bileşimlerini etkilemektedir. Karbondioksitin su üstündeki en büyük etkisi ayrışma basıncını arttırmasıdır. Bu etki belirli bir sıcaklıkta sıvı fazından gaz fazına geçişin daha yüksek basınçlarda gerçekleşmesini sağlar. Üretimle basınç düşerken daha yüksek basınçta gazlaşma oluştuğundan ve iki fazlı akışkanın yüksek sıkıştırılabilirlik özelliğinden dolayı, rezervuar basıncı korunmuş olur. Yani, üretim sırasında karbondioksitin kısmi basıncı rezervuar basıncının düşümüne olumlu olarak katkıda bulunarak basınç düşümünü azaltır. Çok küçük karbondioksit miktarları bile rezervuar basınç davranışını önemli ölçüde etkilemekte ve ayrışma basıncını önemli ölçüde değiştirebilmektedir. Karbondioksitin bir diğer etkisi de bir jeotermal sahada üretim başladığında suyun termodinamik davranışını değiştirmesidir. Karbonsioksitin akışın taşınım ve termodinamik karakteristiği üzerinde etkisi vardır. Rezervuarda özellikle basınç-sıcaklık dağılımını ve faz kompoziyonunu etkiler ve iki fazlı bölgeyi genişleterek gaz doymuşluğunu arttırır. Bu çalışmada, karbondioksit içeren jeotermal sahaların akışkan ve ısı üretimi davranışını incelemek ve tahmin etmek amacı ile izotermal olmayan akışı göz önünde bulunduran yeni bir lumped parametre modeli geliştirilmiştir. Literatürde geliştirilmiş izotermal olmayan lumped parametre modelleri genellikle rezervuarların sadece su içerdiğini varsaymaktadır. Ülkemizde bulunan jeotermal sahaların çoğu karbondioksit içerdiği için, bu rezervuarlar değerlendirilirken akışın taşınım ve termodinamik karakteristiği üzerinde etkili olan karbondioksit de modellemede yer almıştır. Modelleme yöntemi olarak, kullanımının basitliği ve büyük bilgisayar kapasitelerine gereksinim duymaması nedeni ile boyutsuz parametre modeli seçilmiştir. Bu yöntem, rezervuara giren ve rezervuardan çıkan kütleler gözetilerek ve akışkan/kayaç özellikleri kullanılarak, zamana veya rezervuardan yapılan üretime göre ortalama rezervuar basıncı ve sıcaklığının davranışını belirlemeyi amaçlayan bir modelleme şeklidir. Bu tür modeller özellikle sayısal model oluşturmaya yetecek verilerin henüz elde edilmediği rezervuarın erken zamanlarında sayısal modellere iyi bir alternatif oluşturmaktadırlar. Oluşturulan modelde, jeotermal sistemin her bir birleşeni kayaç ve akışkandan oluşan bir tank olarak tanımlanmıştır. Tanklar, bir rezervuarı, akiferi, ısı kaynağını veya doğal boşaltım gerçekleşebilecek bir bloğu temsil etmektedir. Rezervuar veya akiferi temsil etmek için modelleme çalışmasına bağlı olarak bir ya da birden fazla tank kullanılabilinmektedir. Burada, herhangi bir tankın başka bir tank ile keyfi sayıda bağlantı yaptığı düşünülmüştür. Tanklar arasındaki sıvı kütlesinin akış hızı için Schithuis yaklaşımı kullanılmıştır. Buna göre, beslenmenin tanklar ile beslenme kaynağı arasındaki basınç farkı ile orantılı olduğu varsayılmıştır. İzotermal olmayan ve karbondioksit içeren sistemler incelendiği için kütle korunumu ve enerji korunumu denklemleri buna uygun olarak geliştirilmiştir. Bu şekilde, ortalama rezervuar basıncı ve sıcaklığı ile beraber karbondioksit miktarı da incelenebilmektedir. Modelde kullanılan denklemler, su için kütle korunumu denklemi, tüm sistem için enerji korunumu denklemi ve karbondioksit için kütle korunumu denklemleridir. Elde edilen diferansiyel denklem takımları sayısal yöntemlerle çözülmüştür. Sayısal çözüm sırasında doğrusal olmayan davranışa sahip denklemleri çözebilmek için, Newton-Raphson tekniği kullanılmıştır. Jeotermal sistem tek veya çoklu tanklar olarak ele alınarak iki adet kütle ve bir adet enerji denklemi her bir tank için beraber çözülmüş bu sayede üretim, doğal beslenme ve re-enjeksiyon sebebi ile rezervuarda oluşacak basınç değişimlerinin yanı sıra sıcaklık ve karbondioksit miktarındaki değişimler de incelenmiştir. Model denklemleri ayrıca ısı iletimi etkisini de içerecek şekilde formüle edilerek iletim yolu ile oluşacak ısı akışının rezervuar performansına etkisinin de gözlemlenmesine olanak sağlanmıştır. Bunlara ek olarak, su-karbondioksit sisteminin davranışını modelleyen bir termodinamik paket oluşturularak geliştirilen modele entegre edilmiştir. Yapılan modelleme ile karbondioksit miktarındaki azalış ve artış takip edilebilmektedir. Model literatürde bulunan diğer boyutsuz (lumped) parametre modellerinden farklı olarak karbondioksitin etkilerini rezervuar performansı üstünde yansıtabilmektedir. Bu yönü ile çalışmada geliştirilen model orijinaldir. Ayrıca model birden fazla tank için geçerli olmakla birlikte her türlü konfigürasyon için kullanılabilmektedir. Oluşturulan tank modelin sonuçları, jeotermal sahaların incelenmesinde yaygın olarak kullanılan sayısal rezervuar simülatörü PETRASİM sonuçları ile karşılaştırılarak doğrulanmıştır. Ayrıca, literatürde verilen bazı önemli jeotermal sahalara ait basınç ve sıcaklık verileri ile kıyaslamalar yapılmıştır. Farklı sentetik senaryolar üzerinde çalışılarak sonuçlar değerlendirilmiş ve geliştirilen model kullanılarak duyarlılık analizleri yapılmıştır. Son olarak geliştirilen model, Türkiye’nin önemli bir jeotermal sahası olan Germencik sahasına uygulanarak bu saha için ileriye yönelik performans tahminleri yapılmıştır. Buna göre bu çalışmadan aşağıdaki sonuçlar elde edilmiştir: • Enjeksiyon sebebi ile rezervuarda oluşan basınç ve sıcaklık değişimleri ile karbondioksit miktarındaki değişim gözlemlenmiştir. • Duyarlılık analizleri yapılarak, çözünmüş karbondioksit oranının, üretim hızının, reenjeksiyon miktarının jeotermal rezervuarın basınç, sıcaklık ve gaz doymuşluğu üzerindeki etkileri incelenmiştir. • Bu modelleme çalışması ile, karbondioksit içeren jeotermal sistemlerin davranışı kapsamlı olarak incelenebilir ve jeotermal sistemin gelecekteki performansı sürdürülebilirlik açısından değerlendirilerek en uygun işletme stratejileri belirlenebilir. Jeotermal rezervuarlarda basıncın düşmesi ile birlikte ayrışma basıncına ulaşıldığında gaz fazı oluşmaktadır. Üretimin sabit kütlesel debide devam etmesi durumunda basınç davranışı gaz fazının açığa çıkması ile birlikte değişmektedir. Buna göre gaz fazı açığa çıktığında basıncın üretim ile birlikte azalım davranışı değişmektedir. Gaz fazı açığa çıkmadan önce suyun genleşmesinden ve doğal beslenmeden sağlanan üretim gaz fazının açığa çıkması ile birlikte bu üretim mekanizmalarına gazın genleşmesi de eklenmektedir. Gaz fazının açığa çıkmasından sonra basıncın azalımı azalmaktadır. Bunun nedeni ise gazın sıkıştırılabilirlik değerinin suyun ya da kayacın sıkıştırılabilirlik değerlerine göre çok daha yüksek olmasındandır. Böylece gaz daha fazla genleşmekte ve daha fazla basınç desteği sağlamaktadır. Jeotermal sahalarda su içinde çözünmüş karbondioksit miktarı üretim ile birlikte düşmektedir. Bu düşüşün birkaç nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki üretim ile birlikte gerçekleştirilen enjeksiyon işlemidir. Enjeksiyon suyunda karbondioksit bulunmaması durumunda rezervuar içindeki karbondioksiti seyrelterek azalmasına neden olacaktır. Diğer bir azalım nedeni ise beslenme kaynağından kaynaklanabilmektedir. Eğer beslenme kaynağından gelen su içinde karbondioksit bulunmuyorsa o zaman aynı şekilde bu rezervuar içinde bulunan karbondioksiti seyreltecektir. Son olarak rezervuar içinde gaz fazının açığa çıkması durumunda su içindeki karbondioksitin gaz fazına geçmesi ile birlikte su içindeki karbondioksit oranlarında azalmalar meydana gelmektedir. Rezervuar içinde gaz fazı oluşması durumunda gaz kompozisyonunun iki bileşeni mevcuttur; karbondioksit ve su buharı. Gaz ilk oluştuğunda gaz kompozisyonu ağırlıklı olarak karbondioksitten oluşmaktadır. Başlangıç karbondioksit oranı ne kadar fazla ise gaz fazı içindeki karbondioksit oranı artmaktadır. Üretim ile birlikte basıncın da düşmesiyle gaz doymuşluğu arttıkça gaz kompozisyonunda su buharı miktarı artmaya başlar. Bu üretimin devam etmesi durumunda gaz içindeki karbondioksit oranının çok küçük mertebelere kadar düşmesine neden olabilir. Jeotermal suyun geri basılması jeotermal sahalar için büyük önem taşımaktadır. Geri basma oranlarına bağlı olarak basınç ayrışma basıncının altına düşebilir veya düşmeyebilir. Geliştirilen boyutsuz parametre modelinden ayrı olarak, sıvı etken jeotermal sahaların karbondioksit içeriğini tanımlayan yeni bir analitik yaklaşım türetilmiştir. Sadece karbondioksitin kütle denklemine odaklanan ve tanklar arası akışkan geçişi, beslenme, üretim ve reenjeksiyonda karbondioksitin kütlesel oranındaki değişiminni inceleyen bu yaklaşım sabit karbondioksit reenjeksiyonu ve kütlesel oran olarak değişken karbondioksit reenjeksiyonu durumları için geliştirilmiştir. Değişken re-enjeksiyon durumunda, karbondioksit reenjeksiyonunun rezervuardaki karbondioksit miktarı ile doğrusal olarak değiştiği düşünülmüştür. Değişken miktarlı karbondioksit reenjeksiyonunun tanımlanması, üretilen karbondioksitin olduğu gibi rezervuara geri basılması veya belirli bir oranda azaltılarak geri basılması durumlarının modellenmesine olanak vermektedir. Türetilen analitik denklemlerin kullanımı kolaydır ve karbondioksit miktarının zamanla nasıl değiştiği ve hangi parametrelerin en çok etkilediği gibi konularda fikir sahibi olunmasını sağlar. Reenjekte edilen suda karbondioksit oranı arttıkça rezervuardaki karbondioksit seviyesinin korunması sağlanır. Reenjeksiyon debisi düşük ise, akiferden beslenmenin rezervuardaki karbondioksit miktarı üzerindeki etkisi daha fazladır.The use of geothermal energy all over the world is increasing every day because of its cleanliness, safeness, renewability and sustainability. Today Turkey’s energy demand is mainly compensated by imported fossil fuels. However, with the geothermal energy exploration and development activities, Turkey’s vast geothermal resources can be evaluated and the geothermal energy can be one of the domestic energy resources that will contribute considerably to our future energy supply. In order to evaluate a geothermal field and make future performance predictions, geothermal reservoir simulations must be conducted. Early reservoir simulations considered the geothermal water to be pure water. However, geothermal waters may contain significant amounts of non-condensable gasses such as carbon dioxide. Two of the common characteristics of Turkey’s geothermal fields are that they are initially all liquid dominated and almost all contain some amounts of carbon dioxide. Carbon dioxide can have a significant effect on the production performance of geothermal reservoirs. The main impact is on the flashing point of water – carbon dioxide mixtures. Even small amounts of carbon dioxide can significantly increase the flashing point considerably. Hence at relatively high values of pressure, a gas phase could form during production either in the well or sometimes in the reservoir. When modeling geothermal systems with carbon dioxide it becomes crucial to include the effects of carbon dioxide in the model. Therefore it is very important to be able to keep track of the inventory of carbon dioxide. During production/injection operations the amount of carbon dioxide could change. This change in carbon dioxide should be modeled accurately to be able to make accurate future performance predictions. It is very important to account for the change in carbon dioxide due to the fluid behavior in reservoir and wellbore. The changes in carbon dioxide significantly effect the flashing point depth and the wellhead pressure. Some certain minimum wellhead pressure is necessary for keeping power plants operational. In this study, a new nonisothermal lumped parameter model capable of considering the effects of carbon dioxide is developed. This new approach couples both energy and mass balance equations and moreover carbon dioxide mass fraction and hence it can be used to predict both temperature, pressure and corbondioxide changes in the reservoir. The model is based on three conservation equations; mass balances on water and carbon dioxide and an overall energy balance. By doing so, the behaviour of average reservoir pressure, average reservoir temperature and the amount of carbon dioxide can be modeled. Constant or variable production and reinjection rates are also handled. Furthermore, a new analytical model that is capable of determining the amount of carbon dioxide as a function of time for liquid dominated reservoirs is developed. The analytical approach presented in this study is an original contribution to the literature. The developed analytical equations are very easy to use and provide useful insight about how the carbon dioxide changes with time and which parameters affect it most. The tank model is first verified with analytical model and commercial software PetraSim. Then various synthetic cases that demonstrate the effects of parameters such as, production and injection rate, recharge constant, porosity, bulk volume, compressibility of rock, on the performance of reservoir are presented. Moreover, the effect of salinity on the solubility of CO2 and the value of the Henry's law constant are examined. Finally, one of Turkey’s major fields, Germencik field, is studied. The best model that fits the Germencik field is formed and performance of this field is evaluated. The results indicate that the model works well. It can be utilized to better understand the behavior of hot water systems that contain carbon dioxide and to forecast future performance.DoktoraPh

    Convergence between theoretical perspectives in women-gender and development literature regarding women’s economic status in the Middle East

    Get PDF
    In this article, the women-gender and development literature is examined focusing on the strengths and weaknesses of various approaches in explaining the impact of development on women’s economic status. My intention is to review the major theoretical orientations in order to compare their understanding of how development affects women's employment. The article starts with issues of development per se, then considers the specific questions related to women’s status. The purpose is to identify convergence between the theories and to distinguish alternative interpretations incorporating the concepts of the major theories in the development literature, which could help to understand the evolving economic status of Middle Eastern women.Publisher's Versio

    “You Can’t Dispose of Mercedes Lightly”: Mercedes de Acosta, Queer Women, and Queer Female Desire in the Early Twentieth Century

    Get PDF
    This thesis is based off of the life of Mercedes de Acosta (1893-1968), an out lesbian who was very active in the literary, theatrical, and screenwriting spheres at different points in her life. While many could consider her a “failed” artist, given that none of her works were financial successes, she is notable in this time period for the noted quality of her work, her many interpersonal relationships (romantic or otherwise) with others in her trade, and her artistic exploits on both sides of the Atlantic. Being out was incredibly unusual for LGBT+ identified people in this time period, and the homophobia of the period paired with the lack of financial success of her works may have contributed to the fact that she died in poverty. This thesis looks at the life and the historiography of Mercedes de Acosta in an attempt to reconstruct what a lesbian identity meant in this period for women and how her lesbian identity affected both de Acosta\u27s life and her relationships, as well as how she was remembered afterward

    PALEOGEOGRAPHIC NORTHEASTERN LIMITS OF<em>APHRODINA DUTRUGEI</em> (COCQUAND, 1862) (HETERODONTA, BIVALVIA) FROM THE CENOMANIAN OF THE ARABIAN PLATFORM

    Get PDF
    The finding of Aphrodina dutrugei (Cocquand, 1862) in a rich collection of non-rudist bivalve fauna from the famous Cenomanian-Turonian carbonates of the Afro-Arabian Plate has permitted the reevaluation of venerid bivalves during an important period of their evolution. The genus Aphrodina Conrad, 1869, Family Veneridae Rafinesque, 1815, embraces several Tethyan Cretaceous species that range from Cenomanian to Santonian. During the late Albian-Maastrichtian ‘Aphrodiniid’ venerids, were distributed along the western margin of the Atlantic (North and South America), the Afro-Arabian Plate (Jordan, SE Turkey, Morocco, Algeria and Egypt), the eastern Tethys, and the Southern Ocean (India, Japan, western Australia and New Zealand). They are also known in the Turonian-Santonian Trans-Saharan Seaway (Gabon). Until now these fossils have been unknown in any Upper Cretaceous localities of southeastern Turkey. In this paper, we report the first record of one of the most common and widespread shallow infaunal species, Aphrodina dutrugei, in the Cenomanian Derdere Formation in the Mardin-Mazıdağı area, SE Turkey, which is in the extreme northeastern part of its known range
    corecore