326 research outputs found
Benign ve malign nodüler tiroid hastalıklarında metabolik sendrom ve bileşenlerinin değerlendirilmesi
Metabolik Sendrom (MetS) insülin direncinin belirgin rol oynadığı ve metabolik anormalliklerin kümelendiği bir tablodur. Önceki çalışmalarda insülin direnci (İD) olan hastalarda tiroid hacmi ve nodül prevelansının artmış olduğu gösterilmiştir. Biz bu çalışmada benign ve malign nodüler tiroid hastalığı olanlarda metabolik sendrom ve bileşenlerini değerlendirmeyi amaçladık.
Dörtyüzotuz ötiroid benign nodüler ve 370 ötiroid malign nodüler tiroid hastalığı olan toplam 800 hasta metabolik sendrom ve bileşenleri yönünden incelendi. MetS parametrelerinin yanı sıra insülin düzeyleri ve homeostasis model assessment- IR (HOMA-IR) ile hesaplanan İD seviyeleri değerlendirildi.
Çalışmaya alınan 800 hastanın %59,8’inde metabolik sendrom saptandı. Benign ve malign nodüler tiroid hastalığı olan gruplar arasında metabolik sendrom sıklığı açısından anlamlı fark saptanmadı (benign nodüler grupta % 61,4, malign nodüler grupta % 57,8, p>0,05). Metabolik sendrom bileşenleri incelendiğinde en çok yüksek bel çevresi değeri (%65), ikinci sıklıkta düşük HDL kolesterol düzeyi (%64,8) ve en az da yüksek kan şekeri değeri (%30,8) olduğu saptandı. Benign ve malign nodüler tiroid hastaları ayrı ayrı incelendiklerinde ise benign grubun MetS bileşen dağılımı genel ortalama ile benzer sıklıkta olup, malign grubun MetS bileşen dağılımında en sık düşük HDL kolesterol düzeyi (%71,9), en az ise kan basıncı yüksekliği (%26,2) olduğu bulundu. Benign ve malign nodüler tiroid hastaları arasında insülin düzeyleri ve insülin direnci açısından anlamlı fark saptanmadı.
Popülasyon verileri gözönüne alındığında, sonuçlar nodüler tiroid patolojisi olan hastaların, nodüler tiroid hastalığı olmayanlara göre anlamlı olarak artmış metabolik sendrom prevalansına sahip olduklarını göstermektedir. Bizim verilerimiz nodül formasyonu için insülin direncinin bağımsız bir risk faktörü olduğunu ancak benign ve malign noduler gruplar arasında MetS bileşen dağılımı açısından fark olmadığını göstermektedir
Examining the Relation Between Secondary School Teachers’ Beliefs About Their Own Learning and Their Instructional Practices
DergiPark: 581204tredBu olgubilim çalışmasının amacı, ortaokul öğretmenlerinin kendi öğrenmeleri hakkındaki inançları ile öğretim uygulamaları arasındaki ilişkiyi incelemektir. Veriler, amaçlı örnekleme ile seçilen 50 ortaokul öğretmeni ile yapılan yarı yapılandırılmış görüşmeler aracılığıyla toplanmıştır. Araştırma sonuçlarına göre, öğretmenler iki gruba ayrılmıştır: İlk grup (n= 33), kendi öğrenmeleri konusundaki inançlarına göre derslerini yürütmektedir, bunlardan 26 öğretmen öğrenen merkezli faaliyetler uygularken, 7 öğretmen, öğretmen merkezli uygulamalar işe koşmaktadır. İkinci grup öğretmen (n=17) kendi öğrenmeleri konusundaki inançları ve öğretim uygulamaları arasında bir uyumsuzluk sergilemiştir. Bu öğretmenlerden 5’inin öğretmen merkezli inançlara sahip olduğu, ancak öğretim programına dayalı beklentiler nedeniyle öğrenen merkezli öğretim uygulamalarının olduğu; 12 öğretmenin ise öğrenci merkezli yaklaşımlara uygun inançlarının olduğu ancak uygulamalarının, kalabalık sınıf mevcutları, motivasyon eksikliği, öğrencinin ilgisizliği veya motivasyon eksikliği, program yoğunluğu, sınırlı öğretim materyalleri, çoktan seçmeli sınavlar ve pedagojik alan bilgisi eksikliği gibi nedenler ile programa uygun olmadığı sonuçları ortaya çıkmıştır. Sonuçlar, öğretmenlerin öğrenen merkezli yaklaşımları uygulamalarına engel olan unsurlar ve bununla ilişkili olarak programa bağlılıkları hakkında değerli bilgiler sunmaktadır. Ayrıca, araştırma, öğretmenlerin öğrenen merkezli inançlar ve uygulamalar geliştirmeleri için fırsatlar sağlamak amacıyla öğretmen eğitimi programlarına ve hizmet-içi eğitim programlarına yeni bir yol önermeye yönelik potansiyele sahiptir
Postoperative pain intensity after using different instrumentation techniques: a randomized clinical study
Postoperative pain is a frequent complication associated with root canal treatment, especially during apical instrumentation of tooth with preexisting periradicular inflammation Objectives The aim of this clinical study was to evaluate the influence of the instrumentation techniques on the incidence and intensity of postoperative pain in single-visit root canal treatment. Material and Methods Ninety patients with single root/canal and non-vital pulps were included. The patients were assigned into 3 groups according to root canal instrumentation technique used; modified step-back, reciprocal, and rotational techniques. Root canal treatment was carried out in a single visit and the severity of postoperative pain was assessed via 4-point pain intensity scale. All the participants were called through the phone at 12, 24 and 48 h to obtain the pain scores. Data were analyzed through the Kruskal–Wallis test. Results There was significant difference between all groups (
Polycystic kidney disease in a patient using lithium chronically
Lityum duygudurum bozuklukları tedavisinde hala altın standart olarak değerlendirilmektedir. Bu yazıda uzun yıllardır iyi yanıtla lityum kullanan, kreatinin yükselmesi nedeni ile tetkik edilirken polikistik böbrek hastalığı saptanmış olan bir olgu sunulmuştur. Polikistik böbrek hastasolduğu bilinmeden lityum kullanmış olması nedeniyle, istemeden de olsa deneysel olarak polikistik böbrek hastalığında lityum kullanımının etkileri test edilmiştir. Yazıda ayrıca lityumun farmakokinetiği, kist oluşumu ile olası ilişkisi tartışılmıştır.Lithium remains to be the gold standard in the treatment of mood disorders. This study presents a case treated with lithium for an extended period with a good response. Following an increase in creatinine levels, further investigation of renal dysfunction revealed polycystic kidney disease. Lithium was used prior to the diagnosis of polycystic kidney disease, resulting in the unique opportunity to examine the effects of lithium on kidneys with polycystic kidney disease. Within this context, this study also discusses the pharmacokinetics of lithium, and its possible relation to cyst formation in polycystic kidney disease
Test-retest reliability and validity of the timed up and go test and 30-second sit to stand test in patients with pulmonary hypertension
Background: Timed up and go (TUG) and sit to stand (STS) tests that required less space and easier to be performed in respiratory and cardiac diseases for assessing functionality. Aim was to test the reliability of TUG and 30-second STS (30STS) tests and determine the validity of TUG and 30STS tests in patients with Pulmonary Hypertension (PH). Methods: Thirty-eight patients with diagnosed PH were included. We collected TUG, 30STS, quadriceps muscle strength, physical activity level, and 6MWT. Intra-class correlation coefficient (ICC) was used to determine test-retest reliability and correlations with quadriceps muscle strength, physical activity level and 6MWT for validity of the TUG and 30STS tests. Results: The TUG and 30STS tests were associated with age, functional class, muscle strength, physical activity and functional exercise capacity in patients with PAH (p < 0.05). 6MWT was associated with age, functional class, muscle strength, physical activity and functional exercise capacity (p < 0.05). ICC (95%) for TUG test and 30STS were 0.96 (0.93-0.98) and 0.95 (0.90-0.97), respectively. Conclusions: The TUG and 30STS tests were reliable and valid tests for measuring physical performance in PH. This study supports using the TUG and 30STS tests as practical assessment tools in patients with PH. (C) 2020 Elsevier B.V. All rights reserved
Evaluation of Sleep Related Breathing Disorders and Obstructive Sleep Apne Syndrome in Interstitial Lung Patients
Objective:
Interstitial lung disease (ILD) may create sleep disturbances due to chronic disease-related stress, respiratory abnormalities and adverse effects of treatment. We aimed to determine the quality of sleep in ILD patients, and the incidence of Obstructive sleep apnea syndrome (OSAS) in these patients.
Materials and Methods:
Taken to this study were 52 patients who were followed up in our center due to ILD. Epworth Sleepiness Scale (ESS) and Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI) were applied to the patients. Spirometry and diffusion test were performed. Polysomnography (PSG) was performed to 27 patients whose ESS were more than or equal to 10.
Results:
Demographic characteristics, body mass index, spirometry and diffusion measurements, PSQI global score and the sub-components of it didn’t show difference according to ESS daytime sleepiness. Sleep quality of 44% of the patients was determined to be poor by PSQI. PSQI global score and sub-components weren’t correlated with apnea-hypopnea index, stage 1 latency, sleep efficiency and nocturnal desaturation (p>0.05) in 27 patients who underwent PSG. We observed increased stage 1 sleep and decreased stage 2-3 and rapid eye movement sleep. As nocturnal hypoxemia was seen arousals (p=0.000, r=0.698) increased. OSAS was diagnosed in 19 (70%) of subjects.
Conclusion:
Although ILD patients don’t have daytime hypoxemia; they may have nocturnal hypoxemia and OSAS, which may effect their sleep quality. Therefore ILD patients should be evaluated for daytime sleepiness, and sleep-related breathing disorders
Psikiyatri kliniğinde çalışan hemşirelerin psikiyatri hemşiresinin rollerine ilişkin görüşleri
Psikiyatri kliniğinde çalışan hemşirelerin psikiyatri
hemşiresinin rollerine ilişkin görüşleri
Amaç: Bu çalışma, psikiyatri kliniklerinde çalışan hemşirelerin
psikiyatri hemşiresinin rollerine ilişkin görüşlerinin belirlenmesi
amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Yöntem: Tanımlayıcı tipte olan bu çalışma, Ocak 2011 ile
Mayıs 2011 tarihleri arasında yapılmıştır. Çalışmada örneklem
seçimine gidilmemiş, çalışmayı kabul eden 195 hemşire
örneklemi oluşturmuştur. Veriler araştırmacılar tarafından
oluşturulan 4 açık uçlu, toplam 27 sorudan oluşan anket formu
ile toplanmıştır. Çalışma verileri tanımlayıcı istatistiksel analizlerle
değerlendirilmiştir.
Bulgular: Araştırmaya katılan hemşirelerin %80.4’ü kadındır
ve yaş ortalaması 34.27±1.19’dur. Psikiyatri kliniklerinde çalışan
hemşireler, klinikte yaptıkları temel girişimlerin, %76.8’inin
psikofarmakolojik tedavi, %52.6’sının gözlem, %41.8’inin
hastaların öz bakımını sağlamak olduğunu belirtmişler ve
terapötik iletişim, atölye/uğraş terapisi ve bireysel/grup terapileri
gibi girişimleri daha az yaptıklarını çoğunlukla evrak işleri ile
uğraştıklarını ifade etmişlerdir.
Sonuç: Çalışma kapsamındaki hemşirelerin tamamına yakını
(%96.4) rol ve sorumluluklarının net olmadığını, yasalarda da yer
almadığını düşündüklerini ifade etmişlerdir. Çalışma bulguları
sonucunda psikiyatri hemşirelerinin rollerinin ve yetkilerinin net
olarak tanımlanması gerektiği söylenebilir
Spatial and temporal heterogeneity in human mobility patterns in Holocene Southwest Asia and the East Mediterranean
We present a spatiotemporal picture of human genetic diversity in Anatolia, Iran, Levant, South Caucasus, and the Aegean, a broad region that experienced the earliest Neolithic transition and the emergence of complex hierarchical societies. Combining 35 new ancient shotgun genomes with 382 ancient and 23 present-day published genomes, we found that genetic diversity within each region steadily increased through the Holocene. We further observed that the inferred sources of gene flow shifted in time. In the first half of the Holocene, Southwest Asian and the East Mediterranean populations homogenized among themselves. Starting with the Bronze Age, however, regional populations diverged from each other, most likely driven by gene flow from external sources, which we term “the expanding mobility model.” Interestingly, this increase in inter-regional divergence can be captured by outgroup-f-based genetic distances, but not by the commonly used F statistic, due to the sensitivity of F, but not outgroup-f, to within-population diversity. Finally, we report a temporal trend of increasing male bias in admixture events through the Holocene
- …