103 research outputs found
Contribution of neutrophil/lymphocyte ratio to the diagnostic efficiency of computed tomography and polymerase chain reaction in COVID-19 patients
Background: 6.5% of the country's population was diagnosed with COVID-19 disease. Computed tomography scanning and polymerase chain reaction tests are considered reliable methods for the detection of COVID-19. However, the specificity and reliability of polymerase chain reaction tests and ground-glass opacity (GGO) on thorax computed tomography images in diagnosing COVID-19 are still being disputed. Our aim was to compare the neutrophil/lymphocyte ratio, whose efficiency in differentiating between viral and bacterial infections has previously been studied, with computed tomography and polymerase chain reaction for COVID-19 diagnosis. Materials and methods: This was a retrospective study that included patients treated in a tertiary care hospital emergency service pandemic polyclinic between 14 March and 1 June 2020. The neutrophil/lymphocyte ratios of patients with polymerase chain reaction tests and ground-glass opacities on computed tomography were calculated. The neutrophil/lymphocyte ratios of polymerase chain reaction-negative patients with computed tomography images were compared with the neutrophil/lymphocyte ratios of polymerase chain reaction-positive patients with computed tomography images. Results: A total of 631 patients were included in this study. Thorax computed tomography scans were obtained from all patients. The mean neutrophil/lymphocyte ratio of patients with ground-glass opacities was 3.50 +/- 2.12, whereas that of patients without ground-glass opacities was 2.90 +/- 2.01. This difference was also statistically significant. Polymerase chain reaction swab samples were obtained from 282 patients (44.7%). The mean neutrophil/lymphocyte ratio of polymerase chain reaction-positive patients was 2.38 +/- 1.02, whereas that of polymerase chain reaction-negative patients was 3.97 +/- 2.25. The difference was statistically significant. Conclusion: Many studies are undoubtedly required to determine the efficiency of the neutrophil/lymphocyte ratio in COVID-19 diagnosis. However, we postulate that evaluating the neutrophil/lymphocyte ratio along with computed tomography and polymerase chain reaction can assist in the diagnosis of patients
Tam düzeltme ameliyatı yapılmış olan fallot tetraloji hastalarda ventrikül fonksiyonlarının ve B-tipi natriüretik peptid (BNP) düzeylerinin değerlendirilmesi
Fallot tetralojisi nedeniyle ameliyat edilmiş hastalarda pulmoner yetmezliğe (PY) bağlı olarak sağ ventrikül dilatasyonu ve disfonksiyonu gelişebilmektedir. Çalışmamızda BNP düzeyi ve doku Doppler ekokardiyografinin opere olmuş Fallot tetralojili (OFT) hastalarda ventrikül fonksiyonlarını göstermedeki etkinliğini araştırdık.
Yaş ortalaması 11.1± 4.8 yıl olan, tam düzeltme ameliyatı yapılmış Fallot tetralojili 34 hasta ile 21 gönüllü kontrol çalışmaya alındı. Her iki grupta serum BNP düzeyi ölçüldü, standart ekokardiyografi ve doku Doppler çalışması yapıldı. Pulmoner yetmezlik derecesi renkli Doppler ile hafif, orta ve ağır olarak tanımlandı. Miyokardiyal performans indeks (MPİ), apikal dört boşluk pozisyonda, tüm ventrikül segmentlerinden doku Doppler ile çalışıldı. Telekardiyografik inceleme ile kardiyotorasik oran (KTO) bakıldı. QRS süresi, IVA değeri ve BNP düzeyi kullanılarak, ventrikül fonksiyonu hakkında bir indeks (RVDİ) oluşturuldu.
OFT’li hastalarda BNP düzeyi kontrole göre belirgin yüksek bulundu (sırasıyla 45.8 ± 48.6 pg/ml, 19.2 ± 12.7 pg/ml, p<0.009). Ejeksiyon fraksiyonu ve fraksiyone kısalma gruplar arasında farklı değildi. Ancak OFT’li hastalarda tüm ventrikül segmentlerinde MPİ değerleri kontrole göre yüksekti. Sağ ventrikülün tüm segmentlerinde izovolemik kontraksiyon akselerasyonu (IVA), OFT’li hastalarda kontrole göre düşüktü. BNP düzeyi ile QRS ve QTd süreleri arasında orta (r=0.398, p<0.01, r=0.482, p<0.001), PY derecesi ile KTO arasında kuvvetli korelasyon belirlendi (orta PY, r=0.587, p<0.0001, ağır PY, r=0.757, p<0.001). Ayrıca BNP düzeyi ile IVA ve RV bazal segment Sm hızı arasında negatif korelasyon vardı. Sağ ventrikül bazal segment miyokardiyal hızları, OFT’li hastalarda, kontrol grubuna göre belirgin düşük bulundu. RV bazal segment Sm hızı, OFT’li grupta: 8.1 ± 1.7, kontrol grubunda: 20.5 ± 11.9 cm/sn (p <0.001); Em hızı OFT’li grupta: 15.6 ± 4.8, kontrol grubunda: 20.5 ± 10.5 cm/sn (p = 0.015); Am hızı, OFT’li grupta: 6.8 ± 2, kontrol grubunda:10.9 ± 3.5 cm/sn (p < 0.001) idi. RV bazal ve orta segment IVA değeri ile PY arasında kuvvetli negatif korelasyon belirlendi (r = -0.562, p <0.001, r=-0.590, p<0.001). QRS ve QTc süreleri ile RV bazal segment MPİ arasında kuvvetli korelasyon vardı (r=0.545, p<0.001, r=0.532, p<0.001). RV bazal segment Sm hızı ile QRS, QTc ve QTd arasında kuvvetli negatif korelasyon vardı. (r=-0.687, p<0.001, r=-0.587, p<0.001, r=-0.570, p<0.001). RVDİ değeri, OFT’li hastalarda kontrol grubuna göre yüksekti (p<0.0001). Ağır pulmoner yetmezlikli hastalarda RVDİ değerinin diğerlerine göre daha yüksek olduğu belirlendi.
Tam düzeltme ameliyatı yapılmış olan Fallot tetralojili hastalarda, ilerleyen dönemlerde pulmoner yetmezliğe bağlı semptomatik sağ ventrikül dilatasyonu ve her iki ventrikülde fonksiyon bozukluğu görülebilmektedir. Standart ekokardiyografi ile erken dönemde gösterilemeyen sol ventrikül disfonksiyonu, doku Doppler MPİ ile gösterilebilmektedir. OFT’li hastlarda doku Doppler ile elde edilen IVA değeri, serum BNP düzeyi, KTO ve yüzey EKG ölçümlerinin birlikte değerlendirilmesi, hastalarda uygun zamanda pulmoner kapak replasmanına karar vermede yardımcı olabilir. Doku Dopplerin ventrikül kontraksiyon ve relaksasyon fonksiyonlarını değerlendirmedeki üstünlüğü, bu yöntemin OFT’li hastaların rutin izleminde kullanılabilecek bir yöntem olduğunu göstermektedir. RVDİ, kapak yetmezliği olan OFT’li hastaların ventrikül fonksiyonunu değerlendirmede
kullanılabilecek bir değerdir. Ancak etkinliğini göstermek için prospektif çalışmalardan elde edilecek daha çok veriye ihtiyaç vard
A professional evaluation in the scope of Erasmus Staff Mobility : Boras University Library in Sweden
The purpose of this study is to give information about the visit to Boras University Library in Sweden within the context of Erasmus Personal Mobility and 4 days vocational training I got the applications I learned after this training hold in 23rd and 26th of April 2018
Apoptotic effect of bortezomib on pancreatic islet cells in STZ-induced diabetic rats
This study aimed to investigate the possible apoptotic role of bortezomib (BMZ) on pancreatic islets of streptozotocin (STZ)-induced diabetic rats.Methods: Sprague-Dawley rats were divided into groups that were administered BMZ alone or in combination with STZ. To evaluate the effect of BMZ on the development of diabetes, blood glucose levels were measured regularly in the animals. Islet cell viability was determined by staining the islets with fluorescein diacetate and propidium iodide. Expression of the Bcl-2 and bax genes was determined in islet cells by quantitative real-time polymerase chain reaction.Results: Administering STZ-induced hyperglycemia in the rats reduced the viability of islet cells and the bcl-2/bax ratio. In the group administered BMZ alone, the bcl-2/bax gene expression rate in islets increased significantly compared to the control group. BMZ co-administered with STZ significantly increased islet cell viability and the bcl-2/bax ratio compared to the diabetic group.Conclusions: This study demonstrates that BMZ may protect pancreatic islet cells from apoptosis by increasing islet viability and upregulating the bcl-2/bax gene expression ratio, even though it failed to protect against the destructive effect of STZ
ACID TOLERANCE RESPONCE OF CARIOGENIC MICROORGANISMS AND MALOLACTIC FERMENTATION
Diş çürüğü karyojen bakterilerin metabolizmaları sonucu ortama saldıkları asitler nedeniyle diş sert dokularında mineral çözünmesi sonucu oluşan bir çeşit enfeksiyon hastalığıdır. Olgunlaşmış plağın komplike ve derin tabakalardaki oksijensiz yapıdan dolayı çürük oluşumunda fermantasyon yapabilme yeteneği olan bakteriler ön plana çıkmaktadır. Fermantasyon sonucu açığa çıkan laktik asit, formik asit ve pirüvik asit gibi güçlü asitler, plak pH'sını düşürür ve oluşan plak asiditesi çürük gelişimi süresince minenin demineralizasyonuna yol açar. Oluşan plak asidifikasyonu sadece minenin mineral kaybına neden olmakla kalmaz aynı zamanda plak biyofilminin içerisinde yaşayan mikroorganizmalar için de tehlike oluşturur. Yani çoğu mikroorganizmalar, ölümcül pH değerleri olan pH 2.5 ve altında hayatlarını sürdüremezler. Bakterilerin bu asidik ortamda hayatta kalabilmeleri, sahip oldukları asit tolerans cevaplarına bağlıdır. Bakterilerin bu asiditeye karşı koyması glikoliz, laktik asit üretimi ve ATP(Adenozin trifosfat) üretimi sayesinde olur. Malolaktik fermantasyon ise asidik ortamda bu üretimleri sağlayan en önemli sistemdir. Güncel koruyucu diş hekimliği uygulamalarında kullanılan çürük önleyici tedavi protokollerinin daha iyi anlaşılması için bakterilerin fermantasyon sürecindeki rollerinin bilinmesi gerekmektedir. Bu derlemede fermantasyon sürecinin kimyasal tepkimelerini, bu tepkimeler sonucu hangi asitlerin oluştuğunu, dental plaktaki pH değişikliklerini, fermantasyonu gerçekleştiren bakterilerin asidojenik&asidürik özelliklerini mikroorganizmaların hayatlarını nasıl sürdürebildiklerini ayrıca asit tolerans cevabının muhtemel inhibisyonunun konak için ne tür avantajlar oluşturabileceği incelenmiştir. Böylece bakterilerin asit tolerans sistemlerinin inhibisyonunda kullanılan flor, çitosan, ?-mangostin ve gen çalışmaları gibi antikaryojenik stratejilere dikkat çekilmeye çalışılmıştır.Dental caries is an infectious disease which occurs by the metabolism of bacteria acids released to dental enviroment which results hard tissue resolutions. Becouse of the oxygen-free structures of mature plaques complex and deep layers,cariojenic bacteries which have the ability of fermentation come forward. Strong acids like lactic acid, formic acid and pürivat deminish ph of the plaque and the acidty of the plaque causes demineralization of enamel during caries evolution. Existed plaque acidification is not only causes losing minerals from enamel but also threats microorganisms living in the biofilm of the plaque. So most of the microorganisms can't survive under the ph value of 2.5. The ability of bacteria to survive in this acidic environment depends on the acid tolerance responses they have. Protection against acidity is possible by the production of glicoses,lactic acid and ATP(Adenosine triphosphate) by bacteries. Malolactic fermentation is the most important system that provides these productions in acidic environment. Inorder to better understand the anti-caries treatment protocols used in current preventive dental practice, the role of bacteria in the fermentation process needs to be known. İn this review we examined: chemical reactions of fermentation, which acids has been occured by the result of these reactions, ph changes in dental plaque, acidojenic and aciduric properties of bacteries which realise fermentation, how can microorganisms survive in acidic environment, what are the advantages propable inhibition of acid tolerance responces for guest. So we tried to attract attention to the anti-cariojenic strategies such as flour, chitosan, ?-mangostin and gene studies which are used in the inhibition of acid tolerance systems of bacteria
Exploring The Relationship Between Individual Innovativeness And Technology Attitude Of Teacher Candidates
Bu çalışmanın amacı, öğretmen adaylarının bireysel yenilikçilik profilleri ile teknoloji tutum düzeyleri arasındaki ilişkinin incelenmesidir. Tarama modeli ile desenlenen bu araştırmada, tabakalı örnekleme yöntemi kullanılmıştır. Çalışmanın örneklemi, Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde 12 farklı bölümde ve dört farklı sınıf düzeyinde eğitim almakta olan 422 öğretmen adayından oluşmaktadır. Araştırmanın verileri "Bireysel Yenilikçilik Ölçeği" ve "Teknoloji Tutum Ölçeği" ile toplanmıştır. Analizler sonucunda teknoloji tutum puanları ile yenilikçilik puanları arasında pozitif, anlamlı ve orta kuvvette bir ilişki (r=.472; p<.001) bulunmuştur. Teknoloji tutum düzeyi ve yenilikçilik profilleri arasında ise %20 oranında ve anlamlı düzeyde (Cramer's V=.200; p<.001) ilişki gözlenmiştir. Buna ek olarak bölüm ve sınıf değişkenlerinin hem bireysel yenilikçilikleri hem de teknolojiye karşı tutumları üzerinde ortak bir etkisinin bulunmadığı görülmüştür.The main purpose of this study is to investigate the correlation between individual innovativeness and technology attitudes of teacher candidates. The study was designed based on survey model and the sample was determined through the method of stratified sampling. The sample consisted of 422 teacher candidates enrolled in 12 different departments and grade levels in Faculty of Education at Anadolu University. Data were collected with "Individual Innovation Scale" and "Technology Attitude Scale" that both are valid and reliable scales. A positive, significant and moderate correlation between individual innovativeness and technology attitude was found (r=.472; p<.001). In terms of categories of individual innovativeness and levels of technology attitude, there was a positive and significant association (Cramer's V=.200; p<.001). In addition, no significant common effects of department and grade on teacher candidates' individual innovativeness and their technology attitudes was found
In vivo and in vitro studies of Salmon Pancreas Disease Virus (SPDV) in Atlantic salmon (Salmo salar L.)
Salmon Pancreas Disease Virus (SPDV) is the only viral species of the genus Alphavirus, family Togaviridae, affecting fish.
SPDV induces two conditions historically recognised independently as Pancreas disease (PD) and Sleeping disease (SD), affecting Atlantic salmon (Salmo salar L) and rainbow trout (Oncorhynchus mykiss), respectively. Infection by SPDV can lead to clinical disease with characteristic acinar pancreatic necrosis and a range of myopathies of the skeletal and heart muscle. Mortality is not a necessary outcome of the disease and usually is not significant. However, affected fish stop eating and therefore present a reduced growth rate and the disease can also leave visible lesions at the fillet level that lead to downgrading at slaughter. SPDV can affect in the fresh and sea water environments, but a higher and most relevant impact reported in the latter. Historically, PD has posed a significant challenge to the Atlantic salmon farming industry in the UK, as well as in other salmon producing countries.
This thesis was developed and conducted at Marine Scotland Science (MSS), the Scottish National Reference Laboratory, with the aim to contribute to knowledge gaps identified by the industry and research communities. The focus was on development and improvement of in vivo and in vitro infection models to assist with host pathogen interaction studies.
In vivo work was to establish an experimental challenge model to induce SPDV infection in a more natural way than by intra-peritoneal (IP) injection. The first step involved selection of an infective SPDV isolate through a comparative IP challenge study. An infective isolate was then used to establish a co-habitation challenge model in “post smolts”, the sea-water stage predominantly affected by PD. Additionally, during this experiment assessment of viral tissue tropism along time and potential intra-subtype differences in infectivity was undertaken. In vitro work accounted for the more innovative part of this thesis with the development, optimization and application of an ex vivo cardiac primary culture originated from Atlantic salmon embryos. While fish origin aggregates of self-contracting cardiomyocytes had been previously isolated and suggested as a robust tool on human biomedical research and pharmacological and toxicology testing, paradoxically very little has been done to explore the approach of ex vivo primary cultures as a disease model with the specific goal for health issues affecting fish. The work involved an adaptation and refinement to produce salmon cardiac primary cultures (SCPCs). Once this was achieved, SCPCs could be kept under laboratory conditions with minimal maintenance for periods up to 6 months. Following this work, SCPCs were successfully challenged with different SPDV isolates as well as another cardiotropic viral agent (Infectious Salmon Anaemia, ISA). The kinetics of SPDV and ISA viral infection and one element of the immune response (i.e. expression of mx gene) were studied. As part of this study, the comparative response of SCPCs of diverse genetic backgrounds (i.e. IPN resistant vs. IPN sensitive) was also assessed. Differences were observed, which highlights potential usefulness of SCPCs to examine genotype-based differences in response to viral disease. Finally, SCPCs were used to examine the SPDV infection cycle ultrastructure by transmission electron microscopy (TEM). This work resulted in novel insights on the replication cycle of SPDV, drawing from the extensive literature in mammalian alphavirus work.
With SPDV and other virus associated myocarditis severely affecting Atlantic salmon aquaculture at present, I believe that the SCPCs model represents the most relevant contribution of this PhD
Acil Servise Başvuran Onkolojik Tanılı Hastaların Demografik İncelenmesi
Amaç: Hasta bakımındaki iyileşmeler sayesinde kanser hastalarının yaşam süresindeki uzamalar tüm dünyada kanserli hasta sayısının giderek artmasına neden olmaktadır. Bununla beraber acil servise başvuran onkolojik hastaların sayısı da gün geçtikçe artmaktadır. Bu çalışma ile kanserli hastaların acil servise başvuru nedenleri ve prognozu etkileyen faktörleri demografik olarak incelenmiştir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Hastanesi Acil Servisi’ne 1 Mart 2018 tarihi ile 31 Ağustos 2018 tarihi arasında başvuran ve klinik/patolojik/onkolojik tanısı olan 18 yaş ve üzeri hastalar dahil edildi. Çalışma prospektif olup, başlamadan önce etik kurul onayı alındı. Bulgular: Çalışmaya onkoloji tanısı patoloji raporları ile kesinleşmiş 265 hasta dahil edildi. Olguların yaş ortalaması 60±12 yıl olup, kadınlardaki yaş ortalamasının 58±13 yıl olduğu görüldü. En sık başvuru şikayeti %13,6 (n=36) ile “ağrı” oldu. Kliniklere ve yoğun bakım ünitelerine en sık yatış nedeninin %6,8 (n=18) ile gastrointestinal sistem patolojileri ve respiratuvar patolojiler olduğu görüldü. Yatışı yapılan 90 hastadan %63,3’ünün (n=57) hastaneden taburcu edildiği ve %33,3 (n=30) hastanın ise yatırıldığı kliniklerde vefat ettiği saptandı. Sonuç: Onkolojik hasta gruplarının yaş ortalaması yüksek olduğu için morbiditesi ve mortalitesi diğer hasta gruplarına göre daha yüksektir. Bu sebeple bu hasta grupları acil servise diğer hasta gruplarına göre farklı şikayetlerle gelebilmektedirler. Onkolojik hastaların tetkik ve tedavilerinin daha dikkatli düzenlenmesi gerekmektedir
- …