18 research outputs found
Thyroid function in healthy and unhealthy preterm newborns
Background: The thyroid gland and hormonal regulation are among the most important systems to be investigated in pre-term infants. This study sought to investigate thyroid hormone levels of healthy and unhealthy pre-term infants.Methods: The prospective study included 53 consecutive premature infants admitted to the neonatal intensive care unit within a duration of one year. Of these preterm babies, 20 were healthy, while 33 had problems such as asphyxia or RDS. Venous blood samples were collected at baseline 0-24 hours, 7 and 14 days and FT3, FT4, and TSH levels were determined. Other data recorded included demographic characteristics of the patients and clinical variables.Results: The most frequent health problems were RDS (87.9%), sepsis (30.3%), and retinopathy of prematurity (24.2%). The mean TSH levels showed a consistent decline at three consequent measurements in both groups, which were always significantly lower in unhealthy pre-terms. In both groups, TSH levels showed significant decreases on Day 7 and Day 14 compared to the baseline levels (p<005). The levels of FT3 and FT4 consistently showed significant correlations with gestational week and birth weight at each of the three measurements.Conclusion: Pre-term infants, especially those having problems, have significant hypothyroxinemia that may require thyroid hormone replacement therapy.Keywords: Prematurity, hypothyroxinemia, thyroid, TSH
Infectious mononucleosis with pleural effusion due to epstein-barr virus
Enfeksiyoz mononükleoz çocuklarda ve adölesanlarda sık görülen multisistemik bir hastalıktır. Tipik olarak halsizlik, ateş, boğaz ağrısı, lenfadenopati ve hepatosplenomegali hastalığın beklenen bulgularıdır. Laboratuvar incelemelerinde lökositoz, serum AST, ALT ve GGT seviyelerinde yükseklik beklenmektedir. Primer EBV virüs enfeksiyonlarının tanısında Epstein-Barr viral kapsit, erken ve nükleer antijenlerine karşı antikorlar oluşur. Pulmoner infiltrasyonlar bilinen bir komplikasyon olmasına rağmen plevral efüzyon pediatrik popülasyonda nadirdir. Biz burada yedi yaşındaki bir çocukta enfeksiyoz mononükleozun beklenmedik bir komplikasyonu olarak plevral efüzyon gelişen bir olguyu sunduk. Bunu göğüs grafisi ve ultrasonografik olarak gösterdik. Sonuç olarak, çocuklarda plevral efüzyonun ayırıcı tanısında enfeksiyoz mononükleoz göz önünde bulundurulmalıdır.Infectious mononucleosis (IM) is a multisystem illness that occurs frequently in older children and adolescents. Typically, malaise, fever, sore throat, lymphadenopathy, and hepatosplenomegaly are the predominant symptoms. Laboratory findings revealed leukocytosis, serum GOT, GPT, and GGT levels were elevated, and antibodies to Epstein-Barr viral capsid, early, and nuclear antigens were diagnostic of a primary EpsteinBarr virus infection. Pulmonary infiltrates are a well-recognized complication, but pleural effusions are rare, especially in the pediatric population. We have described a seven-year-old child in whom a pleural effusion complicated an otherwise typical case of IM. Although rare, pleural effusions are a possible complication of infectious mononucleosis. This complication is detectable by ultrasonographies and chest X-ray examinations. As a result, IM should be considered in the differential diagnosis of pleural effusions in children
Our patients followed up with a diagnosis of neurogenic pulmonary edema
Nörojenik pulmoner ödem, merkezi sinir sistemi hasarı sonucu gelişen klinik bir durumdur. Çocukluk çağında nadir görülür. Nörojenik pulmoner ödem, klinik bir tanıdır. Patogenezi tam anlaşılmamış olmakla birlikte pulmoner intertisyel ve alveolar sıvıda artış oluşur. Nörojenik pulmoner ödem tedavisindeki ana prensip akut sıkıntılı solunum sendromundaki gibi destek tedavisi ve intrakraniyal basıncı düşürmektir. Bu makalede merkezi sinir sistemi hasarlanması sonucu gelişen nörojenik pulmoner ödem tanısı alan iki olgumuzun klinik özellikleri sunulmuşturNeurogenic pulmonary edema is a clinical situation which developes as a result of central nervous system injury. It is rare in the childhood. Neurogenic pulmonary edema is a clinical diagnosis. Although the pathogenesis is not elucidated well, there is increase in pulmonary interstitial and alveolar fluid. The main principle in treatment of neurogenic pulmonary edema is supportive treatment and decreasing intracranial pressure as in acute respiratory distress syndrome. In this article, clinical properties of our two patients diagnosed with neurogenic pulmonary edema developed as a result of central nervous system injury are presente
Comparison of the efficiency of dubowitz, new ballard and eregie methods together with last mensturation period and usg in the identification of the gestational age and determine the efficiency of eregie method
Amaç: Çalışmamızda, gebelik yaşının tayini için Ultrasonog- rafi (USG) ya da Son adet tarihi (SAT) eşliğinde Dubowitz, Yeni Ballard ve Eregie metodlarının karşılaştırması ve Eregie metodunun etkinliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışma Okmeydanı EAH’sinde Çocuk Kliniğinde doğan toplam 500 bebek üzerinde yapılmıştır. Bebeklerin 246’sı kız, 254’ü erkekdir. Bebeklerin değerlen- dirilmesi doğumdan sonraki 1-96 saat aralığında yapılmıştır. Erken ve son dönem USG ya da SAT’ına göre belirlenen ge- belik haftaları, Dubowitz, Yeni Ballard ve Eregie yöntemleri ile karşılaştırılmıştır. Gestasyonel haftayı belirlemede önce- likli olarak erken dönem USG kabul edilmiştir. Erken dönem USG’si olmayanlarda SAT, SAT’ını bilmeyen kişilerde ise son dönem USG’de bakılan femur uzunluğuna (FL) göre de- ğerlendirilme yapılmıştır. Dubowitz metodunun 21 kriteri, Y.Ballard metodunun 12 kriteri ve Eregie metodunun 2 kri- terine göre değerlendirme yapılmıştır. Metodlar için gerekli zaman kronometre kullanılarak belirlenmiştir. Çalışmada is- tatistiksel analizler için Student t test, Ki-Kare testi, Pearson ve Spearman’s korelasyon katsayısı kullanılmıştır. Anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirilmiştir. Bulgular: Gestasyonel haftanın USG ya da SAT eşliğinde değerlendirildiği bu çalışmamızda; Dubowitz, Y. Ballard ve Eregie metodları arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur (p<0.01). Tüm olgular değerlendirildiğinde en iyi sonuç Y. Ballard metodu ile sağlanmış olup bunu sırasıyla Dubowitz ve Eregie metodu izlemiştir. Erken dönem USG’si bilinen anneler arasında ise en iyi sonuç Dubowitz metodu sağlanmıştır. Dubowitz metodunu Y. Ballard ve Eregie me- todu izlemiştir. Olgular süre açısından değerlendirildiğinde Eregie metodu 0.78 dk, Y. Ballard skorunun 3.03 dk ve Dubo- witz skorunun 4.72 dk ortalamaları mevcuttur. Sonuç: Eregie metodu, gelişmekte olan ülkelerde, sağlık personelinin sayıca kısıtlı olup ağır işyükünün bulunduğu yerlerde basit, hızlı, kolay ve güvenilir olması nedeniyle kul- lanılabilir.Objective: In our research, in order to determine the gesta- tional age, we compared the efficiency Dubowitz, New Bal- lard and Eregie with the last menstruation period (LMP) and ultrasonography (USG) to determine the effeciency of Eregie technique. Material and Method: 500 babies who were admitted to Is- tanbul Okmeydani Eduation and Research Hospital Pediatrics Department were enrolled in this research. 246 of babies were girls and 254 of the babies were boys. The evaluation of the babies were made between the 1 hour to 96 hours af- ter the birth. Gestational weeks determined according to last menstruation date and late phase USG, were compared with Dubowitz, New Ballard and Eregie methods. Early phase USG was used primarily in the determination of gestational week. Evaluations were done according to LMP in patients who did not have early USG results; and according to femur length me- asured in late phase USG in patients who did not know their LMP. Evaluations were done with 21 criteria of Dubowitz, 12 criteria of New Ballard and 2 criteria of Eregie method. In order to measure the time, chronometer was used. For this study, statistical analysis was done with Student’s t test, Ki- square test, Pearson’s and Spearman’s correlation coefficient was used and p values <0.05 were considered significant. Results: In our study, in which the gestational age was deter- mined according to USG and LMP results; significant correla- tion was found between Dubowitz, New Ballard and Eregie methods (<0.01). When all the results were evaluated, New Ballard method had the highest corelation rate and Dubo- witz, Eregie, as follows. Among the mothers whose early phase USG was available, Dubowitz method had the highest corelation rate and New Ballard and Eregie method as fol- lows. When subjects were evaluated according to time, the average time, for Eregie score was 0.78 minute (mn), New Ballard score was 3.03 mn and Dubowitz score was 4.72 mn. Conclusion: Eregie method can be used in developing count- ries, in departments with limited number of health personnel and heavy workload, since it is an easy, quick, simple to use and reliable method
The effects of Iron deficiency anemia on thyroid hormones
Amaç: Bu çalışm ada, çocuklarda sık görülen hastalıklardan biri olan demir eksikliği anemisi (DEA) ve tiroid hormonları arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışma, Ocak 2011 - Temmuz 2011 tarihleri arasında S.B Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Sağlam Çocuk Polikliniği ve Çocuk Hematoloji Polikliniği’ne başvuran DEA saptanan 49 hasta çocuk ve kontrol grubunu oluşturan sağlıklı 27 çocuk olmak üzere toplam 76 çocuk üzerinde gerçekleştirildi. Polikliniğe başvuran hastalardan hemogram, demir, Total demir bağlama kapasitesi (TDBK), ferritin düzeyi için kan alındı. Sonrasında (DEA) saptanan ve kontrol grubunu oluşturan sağlam çocuklardan kan alınarak Tiroid stimulan hormon (TSH),triiyodotironin (T3), tiroksin (T4), serbest T3 (FT3), Serbest T4 (FT4) hormon düzeyleri çalışıldı. Bulgular : Çalışmaya alınan iki grup arasında hastalara ait demografik özelliklerden, prematüre doğum öyküsü, anne sütü alım süresi, ek gıda başlanma zamanı, inek sütü başl ama yaşı, günlük süt tüketimi, haftalık et tüketimi incelenmiştir. Gruplar arasında, prematüre doğum öyküsü varlığı, anne sütü alım süreleri, ek gıda başlangıç süreleri, inek sütü başlama zamanları ve günlük süt tüketimi arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır (p>0,05). Kontrol grubundaki çocukların haftalık et tüketiminin, anemi grubuna göre daha fazla olduğu gözlenmiş ve iki grup arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0,009). Hematolojik parametrelerin ortalama değerleri ve standart sapmal arı iki grup için de ayrı ayrı hesaplanmıştır. Her iki grupta da tiroid fonksiyonlarını değerlendirmek ve fark olup olmadığını saptamak amacıyla TSH, TT3, TT4, FT3, FT4 değerleri karşılaş- tırılmış, iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığı saptanmıştır (p>0,05). S onuç : Sonuç olarak; demir eksikliği anemisi olan çocuklarda birçok biyokimyasal ve morfolojik değişiklikler olmaktadır. Bizim çalışmamızda pediatrik yaş grubunda DEA grubu ve kontrol grubundaki sağlıklı çocuklarda, tiroid hormon düze yleri arasında anlamlı fark saptanmamıştır.Objective : The aim of this study is to evaluate the relatio nship between iron deficiency anemia (IDA), a common di sease of childhood, and thyroid hormones. Method : This study was carried on 49 children with iron deficiency anemia (IDA) and control group of 27 healthy children who were admitted to Well Baby Clinic and outp atients’ clinic of Pediatric Hematology and Oncology Department of M.O.H. Okmeydanı Research and Education Hospital between January 2011 and July 2011. Blood samples for total blood count, blood iron, total iron binding capacity (TIBC) and ferritin levels were obtained from patients. Afterwards, blood were driven from patients with IDA and blood levels of thyroid stimulating hormone (TSH), triiod o- thyronine (T3), thyroxine (T4), free T3 (FT3), free T4 (FT4) were measured. Results : Within demographic characteristics, history of premature birth, duration of breast feeding, the onset age of supplementary nutrition, onset age of cow milk feeding, daily milk consumption and weekly meat consumption of two groups were assessed. No statistical significance was found between two groups in terms of positive history of premature birth, duration of breast feeding, the onset age of supplementary nutrition, onset age of cow milk, dail y milk consumption (p>0,05). Weekly meat consumption of chi ldren in control group was found to be higher compared to anemic group and this constitute a statistical significance (p=0,009). Mean values and standard deviations for hematological parameters were calculated for both groups individ ually. In both groups, levels of TSH, TT3, TT4, FT3, FT4 were compared in order to assess thyroid functions and find if there were any difference. No statistical significance was found (p>0,05). Conclusion : In conclusion; several biochemical and morph ological alterations occur in children with IDA. In our study no statistical significance was found between patients in ped iatric IDA group and healthy children in control group for thyroid hormone levels
Evaluation of poisoned children with calcium channel blockers or beta blockers drugs
Amaç: Kalsiyum kanal blokeri ve beta bloker ilaçlar çoğunlukla hipertansiyon tedavisinde kullanılmaktadır. Çocuklarda bazen yanlışlıkla, bazen de özkıyım amaçlı doz aşımı meydana gelebilmektedir. Bu tip zehirlenmelerde hastalık ve ölüm diğer zehirlenmelere kıyasla daha fazla olmaktadır. Bu çalışmada, kalsiyum kanal blokeri veya beta bloker ilaçlar ile oluşan zehirlenme olguları, literatür bilgileri ışığında tartışılmıştır. Gereç ve Yöntem: Ocak 2011 ile Temmuz 2012 ayları arasında Çocuk Yoğun Bakım Birimi’nde izlenen 590 ilaç zehirlenmesi olgusundan kalsiyum kanal blokeri veya beta bloker ilaçlar ile zehirlenen 16 olgu değerlendirmeye alındı. Hastaların 11'i (%68,8) kız, beşi (%31,2) erkekti. Hastaların ortalama yaşı 11,8±5,94 (2,5-18) yıl idi. Bulgular: Kalsiyum kanal bloker ilaç zehirlenmesi hastalarında en sık klinik bulgu hipotansiyon idi. İki hasta ise bulgusuzdu. Elektrokardiyografide dört hastada QT uzaması, iki hastada AV blok ve bir hastada ST çökmesi saptandı. Beta bloker ilaç zehirlenmesi hastalarında, bulantı, kusma, hipotansiyon, uykuya eğilim ve ellerde titreme en sık gözlenen klinik bulgulardı. Yedi hastada elektrokardiyografi normal iken; bir hastada QT uzaması ve bir hastada da Wolff–Parkinson–White sendromu vardı. İki kalsiyum kanal bloker ilaç zehirlenmesi hastasına sadece dopamin, birine dopamin ve dobutamin, birine de dopamin, dobutamin, adrenalin, noradrenalin, glükagon ve insülin verilmişti. Hiçbir beta bloker ilaç zehirlenmesi hastasına inotrop verilmemişti. Bulgusuz olan iki hasta dışında, tüm kalsiyum kanal bloker ilaç zehirlenmesi hastalarına damardan Ca-glükonat destek tedavisi verilmişti. On beş hasta şifa ile taburcu edilmiş iken; bir kalsiyum kanal bloker zehirlenmesi kaybedilmişti. Çıkarımlar: Kalsiyum kanal blokeri veya beta bloker ilaçlarla oluşan zehirlenmeler, çok ağır seyredebilen zehirlenmeler olduğundan, bu hastalar tam donanımlı çocuk yoğun bakım birimlerinde izlenmelidir.Aim: Calcium channel blockers (CCB) and beta blockers (BB) are primarily used to treat hypertension. Overdose of these medications can occur by accidental ingestion or ingestion for suicide attempt. Morbidity and mortality are higher in these poisonings compared to other poisonings. In this study, BB or CCB drug poisoning cases are discussed and the literature is reviewed. Material and Method: Between January 2011 and July 2012, 590 cases of drug poisoning were admitted in the Pediatric Intensive Care Unit. In this study, 16 of these 590 subjects who were poisoned with calcium channel blockers or beta blockers were evaluated. 11 (68.8%) patients were female and 5 (31.2%) were male. Mean age of the patients was 11.8±5.94 (2.5-18) years. Results: Hypotension was the most common clinical sign in CCB poisoning. Two patients were asymptomatic. On ECG, QT prolongation was found in four patients, AV block was found in two patients and ST depression was found in one patient. Nausea, vomiting, hypotension, lethargy and tremor were the most common clinical findings in patients with BB intoxication. Although seven patients had normal ECG, one patient had QT prolongation and one patient had Wolff-Parkinson-White syndrome. Only dopamine was given to two patients with CCB poisoning, dopamine and dobutamine were given to one patient and dopamine, dobutamine, epinephrine, norepinephrine, glucagon and insulin were given to another patient. Inotropic drugs were not given to any patient with BB poisoning. IV Ca-gluconate was given to all patients with CCB poisoning except two patients who were asymptomatic. 15 patients were discharged, while one patient with CCB poisoning was lost. Conclusions: Because the prognosis of CCB or BB poisoning may be very severe, these patients should be followed up in a fully- equipped pediatric intensive care unit
Çocuklarda Yüksek Akım Nazal Kanül Oksijen Tedavisine Yanıtsızlığı Belirleyen Faktörler: Prospektif Çok Merkezli Çalışma
Giriş : Yüksek akım nazal kanül (YANK) oksijen tedavisi, akut solunum sıkıntısı olan çocuklarda kolay uygulanabilir bir tedavi seçeneğidir. Literatürde YANK oksijen tedavisinin entübasyon oranını, solunum sayısı, kalp tepe atım sayısını azalttığını ve klinik skorlarda iyileşme sağladığını gösteren çok sayıda çalışma mevcuttur. YANK oksijen tedavisine %6-19 oranında tedavi başarısızlığı bildirilmektedir. Bu çalışmada YANK oksijen tedavisine yanıtsızlığı öngören faktörlerin belirlenmesi amaçlanmaktadır.Gereç-Yöntem : Bu çalışmaya Eylül 2017- Eylül 2018 tarihleri arasında Türkiye’nin 7 farklı ilinden 9 çocuk acil ve 7 çocuk yoğun bakım ünitesi katılmıştır. YANK oksijen tedavisi uygulanan hastalara ait demografik bilgiler, başvuru anında ve YANK oksijen tedavisi sırasında vital bulgular, oksijen saturasyonu, S/F oranı, klinik skor (modified respiratory distress score ve pediatric respiratory severity score), laboratuvar ve görüntüleme sonuçları, uygulanan medikal tedaviler ve YANK oksijen tedavisine yanıt durumu değerlendirilmiştir. Veriler prospektif olarak toplanmıştır. Başka bir solunum destek tedavisine geçiş yanıtsızlık olarak değerlendirilmiştir.Bulgular : Toplam 475 veri kayıt formu değerlendirilmiştir. Doksan dokuz form veri eksikliği nedeniyle değerlendirme dışında bırakılmıştır. Kalan 356 hastaya ait veri kayıt formları incelenmiştir. Ekstübasyon sonrası YANK oksijen tedavisi uygulanan 20 hasta çalışmaya dahil edilmemiştir. Çalışmaya dahil edilen 356 hastanın 216’sı (%60.7) erkek ve ortanca yaş 9 aydır (ÇAA=4-27ay). Hastaların %39.0’ına akut bronşiolit (n=139), %36.2’sine atipik/viral pnömoni (n=129), %26.8’ine bakteriyel pnömoni (n=88) tanısıyla YANK oksijen tedavisi uygulanmıştır. Kırk altı (%12.9) hastada prematür doğum ve 143 (%40.2) hastada tekrarlayan hışıltı atağı öyküsü saptanmıştır. Hastaların %62.9’undan (n=224) solunum virüs PCR paneli çalışılmıştır. Bu hastaların 101’inde (%45.1) tek etken pozitifliği saptanırken 36 hastada ko-enfeksiyon gösterilmiştir. En sık görülen etkenler RSV ve rhinovirüstür. Başvurudan sonra ortanca YANK oksijen başlama süresi 2 saat (ÇAA= 30dk-6 sa) ve median tedavi uygulama süresi 48 saattir (ÇAA=24-96 sa). Tedavi sonrasında hastaların solunum sayısında (SS) belirgin azalma, oksijen saturasyonu (SpO₂) ve SF oranında istatistiksel anlamlı artış saptanmıştır (p<0.001). Otuzyedi (%9.9) hastada tedaviye yanıt alınamamıştır. Median yanıtsızlık süresi 6.5 saattir (ÇAA=3.0-19.5sa). Tedaviye yanıt alınamayan hastalarda, başvuruda SpO₂, S/F oranı ve kan gazında pH daha düşük ve pCO₂’nin daha yüksek olduğu saptanmıştır (p=0.005, p=0.008, p=0.012 ve p=0.039 sırayla). Tedavi komplikasyonu olarak 2 hastada lokal cilt lezyonu ve 2 hastada pnömotoraks izlenmiştir. Yanıtsız hastaların 5’i mortalite ile sonuçlanmıştır. Sonuç : Çalışmamızda YANK oksijen tedavisine yanıtsızlık oranı %9.9 olarak saptanmıştır. Tedaviye yanıt alınamayan hastalarda, başvuruda SpO₂ ve SF oranının, kan gazında pH’nın daha düşük, pCO₂’nin ise yüksek olduğu bulunmuştur. Tedavi başlangıcında bu bulguları olan hastalar daha yakın takip edilmeli ve bir üst tedavi basamağına geçiş acısından dikkatli olunmalıdır.</p