12 research outputs found
In Vitro Activity of Fosfomycin Trometamol Against Extended-Spectrum Beta-Lactamase Producing Escherichia coli Strains Isolated from Community-Acquired Urinary Tract Infections
Introduction: Escherichia coli is the most common microorganism in community acquired UTIs. Treating infections caused by extended-spectrum beta-lactamase (ESBL) producing E. coli strains is problematic. In recent years, in our country and the world, susceptibility of E. coli strains to commonly used antibiotics in the treatment of UTIs has decreased. The aim of this study was to investigate the in vitro activity of fosfomycin in ESBL positive E. coli strainst isolated from community-acquired UTIs.
Materials and Methods: The study included E. coli positive urine samples taken from outpatients in the Department of Infectious Disease and Clinical Microbiology at Ankara Training and Research Hospital between June 2012 and January 2013. Antibiotic susceptibilities of the isolates were determined by Kirby-Bauer disc diffusion method and ESBL production was confirmed by double-disc diffusion method according to the recommendations of CLSI (Clinical and Laboratory Standards Institute). Minimum inhibitor concentration (MIC) values for fosfomycin were detected by E-test method.
Results: Thirty-five of the 80 E. coli strains (43.7%) producing ESBL was included into the study. However, ESBL-non producing isolates weren’t resistant to fosfomycin but ESBL-producing isolates were 8.6% resistant to fosfomycin (determined by Kirby-Bauer disc diffusion method according to CLSI recommendations). Regarding fosfomycin MIC breakpoints defined by CLSI, 100% of ESBL-producing and non-producing isolates were found susceptible to fosfomycin, indicating no significant difference between the two groups (p= 0.457).
Conclusion: It isconcluded that fosfomycin isan appropriate alternative antibiotic in the treatment of community-acquired UTIs because of its high susceptibility rates
Risk factors for linezolid-associated thrombocytopenia and negative effect of carbapenem combination
Sıtmada Profilaksi ve Erken Tanı İçin Farkındalığın Önemi: Türkiye’de Yurt Dışı Kaynaklı İki Sıtma Olgusu
Türkiye’de en sık görülen sıtma etkeni Plasmodium vivax olmakla beraber, son yıllarda yurt dışı kaynaklı sıtma olguları bildirilmektedir. Bu çalışmada, Sahra-altı Afrika kaynaklı iki sıtma olgusu sunulmuş, sıtmanın önlenmesinde profilaksinin öneminin vurgulanması ile tanı ve tedavi yaklaşımlarının tartışılması amaçlanmıştır. İlk olgu Gana Cumhuriyeti’nde çalışan 45 yaşında erkek hasta olup Türkiye’ye döndükten sonra ateş, terleme, titreme şikayetleriyle Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri Erişkin Acil Servisine başvurmuştur. Genel durumu iyi olan ve fizik muayenesinde patolojik bulguya rastlanmayan hastanın hastanedeki ilk ateş epizodu sonrası tam kan sayımında anemi ve trombositopeni, biyokimyasal testlerinde ise hiponatremi ve alkalen fosfataz yüksekliği saptanmıştır. İkinci olgu, Fildişi Sahili’nden yaklaşık iki hafta önce dönen 39 yaşında erkek hasta olup ateş, terleme, titreme ve halsizlik şikayetleriyle hastanemiz acil servisine başvurmuştur. Hastanın yapılan fizik muayenesinde solunum seslerinde azalma ve splenomegali saptanmış, tam kan sayımında pansitopeni ve biyokimyasal testlerinde karaciğer enzimlerinde yükseklik tespit edilmiştir. Laboratuvarımızda hastalara ait kalın damla preparatının mikroskobik incelemesi sonucu taşlı yüzük hücreleri görülmesi, ince yayma preparatında ise aynı eritrosit içinde birden çok taşlı yüzük hücreli şeklin görülmesi ve olgun trofozoit veya şizont formlarının görülmemesi ile Plasmodium falciparum’a bağlı gelişen sıtma tanısı konulmuştur. Hızlı antijen testi (Digamed, Belçika) ikinci hastada P.falciparum ve P.vivax için pozitif sonuç vermiş ve hasta şiddetli sıtma kliniğine bağlı olarak yoğun bakım ünitesinde takip edilmiştir. Her iki hasta da endemik bölgelere (Gana Cumhuriyeti ve Fildişi Sahili) sık ve uzun süren seyahatleri nedeniyle sıtma profilaksisi kullanmadıklarını belirtmişlerdir. Klorokin direnci yüksek bölgeye seyahat öyküleri olması nedeniyle, hastalara Dünya Sağlık Örgütü güncel önerilerine uygun doz ve sürede artemeter/lumefantrin tedavisi başlanmıştır. İkinci olguya olası P.vivax enfeksiyonuna yönelik primakin tedavisi eklenmiştir. Tedavi ile hastaların kliniği düzelmiş ve laboratuvar bulguları normale dönmüştür. Sonuç olarak, endemik bölgeye seyahat eden bireyler profilaksinin önemi hakkında bilgilendirilmeli, bireylere uygun profilaksi başlanmalı ve seyahat sonrası ateş ile kliniğe başvuran hastaların ayırıcı tanısında sıtma akılda bulundurulmalıdır.In spite of the fact that Plasmodium vivax is the leading causative agent of malaria in our country, imported malaria cases have been reported, recently. In this report, two malaria cases originated from sub-Saharan Africa, and their diagnostic and therapeutic approaches were aimed to be presented. First case, 45-year-old male, who has been working in Republic of Ghana, was admitted to Hacettepe University Hospitals Emergency Service with complaints of fever, sweating and shivering, after returning to Turkey. On admission, his general condition was fine and his physical examination revealed no pathological finding. After his admission, a fever episode occured and his blood tests revealed anemia, trombocytopenia and increased alkaline phosphatase level. Second case, 39-year-old-male admitted to the emergency service with the complaints of fever, shivering and myalgia. His physical examination revealed decreased breath sounds and splenomegaly, his laboratory tests resulted in pansitopenia and elevated liver enzymes. In the thick blood smears of the patients ring formed young trophozoites are detected and in the thin films multiple ring forms demonstrated in one erythrocyte with the absence of mature trophozoites and schizont forms, which were compatible with falciparum malaria. The rapid antigen test (Digamed, Belgium) of the second case found to be positive for both Plasmodium falciparum and P.vivax and this patient followed-up in intensive care unit due to his deterioration of general condition, respiratory distress, hematuria and change of consciousness. Neither cases were commenced on malaria prophylaxis. Both patients have been in countries which chloroquine resistance is commonly seen, they were treated with artemether/lumefantrine as current World Health Organization recommended. Targeting hypnozoites of P.vivax, primaquine was added to the therapy of the second patient. Both patients resulted in cure. In conclusion, while travelling to endemic countries, people should be informed about the importance of malaria prophylaxis and prophylaxis should be commenced immediately and continued appropriately. Additionally, malaria should always be considered in the differential diagnosis of high fever for the patients who admitted to the hospital with a travelling history to these countries.</p
Hacettepe Dahiliye Ders Kitabı 1
Ondokuzuncu yüzyılın tıp literatürü, korku filmi gibidir. Hekimlerin, ellerine geçirdikleri her şeyi,
akıllarına gelen her yöntemi tedavi için kullandıkları görülür. Bilgiye değil, kulaktan dolma duyumlara
dayanan, “içten doğma” uydurma fikirlerle hastaların yelken kürek tedavi edilmeye çalışıldığı bir
dönemdir. Litrelerce kan alınır, barsaklar yüksek basınçlı lavmanlarla delik deşik edilir, hastalar buzlu
sulara yatırılıp uzuvlar gangren olana dek dondurulur, dondurmak işe yaramazsa kaynar kazanlara
sokulur, deriyi kabartan bitkisel merhemlerle epidermis eritilir, terkibi ikinci kez asla tutturulamayan
envai çeşit bitkisel karışımlarla organlar iflas ettirilirdi. Yirminci yüzyılın başında, modern tıbbın
kurucusu sayılan Dr. William Osler öncelikle bu “palavra tıbba” rest çekmiş, yeni bir çağı aralamıştır.
Çağdaşı olan bazı hünerli hekimlerle birlikte, önümüze gelen her hastayı, elimize geçirdiğimiz her şeyle,
bu şekilde rastgele tedavi edemeyiz, öncelikle hastalıkları tanımamız gerekir diyerek, tıbbın önceliğini
tanıya yöneltmişler, kendilerine kadar olan eski devirlerden miras iki ilaç (digoksin ve morfin) dışındaki
tüm o ilkel tedavi yöntemlerini reddetmişlerdir. Akıldışı eski tedavileri reddederek, yerine henüz yeni
bir tedavi seçenekleri de olmadığından; yalnızca (doğru) tanı koymaya çalışan ve hastanın prognozunu
tayin etmeye odaklanmış, tepkisel ve aslında bir bakıma muhafazakar yeni bir tıbbı başlatmışlardır. Tıp
eğitimini de bu doğrultuda değiştirip, çalakalem ilaç ve tedavi veren hekimler yerine; hastanın hastalığını
kavramaya çalışan, doğru tanı koyan hekimler yetiştirmeye yönelmişlerdir. Tıp eğitimindeki “hasta
başı vizitler” bizzat Dr. William Osler tarafından başlatılmıştır. Bu ekol, 1900’ların başında cesur bir
kararla, neyi tedavi ettiğini bilmeyen eski hekimlik pratiğini kapatıp, öncelikle hastalıkları kavramaya,
hastalarına titizlikle isabetli bir tanı koymaya odaklanmıştır. Bu devir, tıbbın rönesansı sayılır.
Kuruluşundan itibaren çağdaşı modern tıp dünyasının bir takipçisi ve aktörü olan Hacettepe Tıp Fakültesi;
hünerli hekimler, iyi klinisyenler yetiştirmeyi amaçlamıştır. Prof. Dr. Şeref Zileli’nin kurucusu olduğu İç
Hastalıkları Anabilim Dalımız, mezuniyet öncesi tıp eğitiminde yatay ve dikey entegrasyon modeliyle
klinik eğitim aşamasında, öğrencilerimize “dahiliye nosyonu” kazandırmayı hedeflemiştir. Dahiliye
nosyonu, hastaya saçından tırnağına bir bütün olarak bakabilmeyi; hastanın sorunlarını rasyonel bir
klinik denklem haline getirebilmeyi; semptomlarından başlayıp, fizik muayene ve isabetli tetkik seçimiyle
en doğru tanıyı koyabilmeyi ve hastaya en az zarar verecek en uygun tedaviyi planlayabilmeyi gerektirir.
Mezuniyet öncesi İç Hastalıkları Klinik Eğitim programımızın öğrenim hedefleriyle, içeriği ve ulusal
çekirdek müfredatımız gözetilerek hazırlanan bu kitap; İç Hastalıkları, Kardiyoloji, Göğüs Hastalıkları,
İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji anabilim dallarımız öğretim üyelerinin ortaklaşa titiz bir
çalışmasıdır