40 research outputs found

    Bir eğitim ve araştırma hastanesine başvuran adölesan gebelerin tıbbi, sosyal ve hukuki açıdan incelenmesi

    Get PDF
    Amaç: Adölesan gebelikler ülkemizde ve dünyada önemli bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gebeliklerin önlenebilmesi için her ülke kendi iç politikalarını düzenlemiştir. Ülkemizde de evlilik ve cinsel ilişki yaş sınırları kanunla belirlenmiştir. Bu çalışmada Ocak 2018 – Ağustos 2020 tarihleri arasında Çiğli Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne başvuran, yapılan muayene ve tetkikler sonucunda gebe olduğu belirlenen 18 yaş altı olguların incelenerek, elde edilen verilerin literatürle tartışılması amaçlanmıştır.Materyal ve Metot: Çalışma kapsamına alınan 18 yaş altı 260 gebe olguya ait tıbbi kayıtlar Hastane Bilgi Yönetim Sistemi üzerinden incelenmiştir. Veriler SPSS programı (versiyon 22.0) ile analiz edilmiştir. Analiz için Fisher Exact ve Pearson ki-kare testleri kullanılmıştır.Bulgular: Adölesan gebelerin ilk hastane başvurusuna yaşları 13-17 arasında değişmekte olup ortalaması 16,4±0,7 olarak hesaplanmıştır. Medeni durum bilgisine ulaşılan 39 olgudan 31’inin (%79,4) resmi nikâhlı, 4 olgunun (%10,3) ise bekâr olduğu görülmüştür. Adölesanların gebe olduklarının belirlendiği ilk başvurularında gebelik haftaları 3 ila 41 hafta arasında değişmekte olup, 142 olgunun (%54,6) gebeliğinin üçüncü trimesterde olduğu tespit edilmiştir.Sonuç: Eğitim kurumlarında cinsel sağlık derslerinin yaygınlaştırılması, sağlık kurumlarında adölesan gebeliklerin zararları konusunda hizmet veren polikliniklerin oluşturulması, adölesan gebeliğin kişi ve toplum sağlığı üzerine olumsuz etkilerinin ve ayrıca bir suç teşkil edebileceği gibi hukuki sonuçlarının topluma yeterince duyurulmasının faydalı olacağını düşünmekteyiz

    Mimarlik -teknoloji Mimari Yapi Bilimi

    No full text
    Tez (Yüksek Lisans) -- İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, 1996Thesis (M.Sc.) -- İstanbul Technical University, Institute of Science and Technology, 1996Antikiteden günümüze, bütün mimarlık tarihi boyunca yapım teknolojisi, mimari eserin oluşturulması ve görüntüsünü etkileyen en önemli etkenlerden biri olmuştur. 18. yüzyılda başlayan endüstrileşme süreci ve yeni yapı malzemelerinin ve bunlara uygun yapım teknolojilerinin geliştirilmesi ile mimarlık alanında önemli bir değişim yaşandı. Aynı dönemlerde oluşan Aydınlanma düşüncesi de geleneksel mimarlık kavramlarının tekrar gözden geçirilmesine ve yeni gerçeklerin aranmasına neden oldu. Yeni yapım teknolojileri ve yeni mimarlık teorilerinin oluşumu ile mimarlık dünyası, daha önce yaşanmamış bir değişime sahne oldu. 18. yüzyılda başlayan rasyonel ve positivist düşünce biçimi, bilim ve teknolojinin ön plana çıkmasına neden oldu. Bu gelişmeler mimarlık alanında, teknolojinin gerek düşüncede gerek uygulamada vurgulanması ile sonuçlandı. Teknolojinin mimarlık ile ilişkilerinin ön plana çıkmasının yarattığı tartışmalar o dönemden günümüze dek sürmektedir. Bu tez teknolojinin mimari anlam üzerindeki yaratıcı rolünü ortaya çıkarmayı amaçlayan bir denemedir. Özellikle yoğun teknolojik değişimlerin yaşandığı 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl ortamında bu rolün nasıl geliştiğini araştırmaktadır. Bunu araştırırken teknoloji ve mimari anlam arasındaki etkileşimin değişimlerinden ortaya çıkan ilgi çekici durumlara dikkat çekmeyi hedeflemektedir. Mimarlık ile teknoloji arasındaki ilişki, birbiri ile etkileşim içinde olan birçok bileşenden oluşan, karmaşık bir ilişkidir. Bu ilişkinin bir bütün olarak ele alınabilmesinin güçlüğünden dolayı, bu ilişkinin oluşumunda etkili olmuş ve mimarlıkta önemli yeri olan bazı kavramlar ve onların bağlamında bu ilişkinin özellikleri incelenmektedir. Bu kavramların özelinde bütün ile ilgili genel bir fikre ulaşmak amaçlanmaktadır. Bunların yüzyıl içinde teknoloji ve mimari anlama bağlı değişimleri incelenerek, teknoloji ile mimarlık ilişkisinin özelikleri üzerinde fikir edinme olanağı sağlanmaktadır. Bütün bu kavramların incelenmesi, bugünün IX mimarlığı ile teknoloji arasındaki ilişkilerin yönünü anlamak için bir zemin oluşturmaktadır. Ele alınan kavramların seçiminde kriter olarak, tezin hedefi olarak da kabul edilen, teknolojinin mimari anlamdaki yaratıcı rolünü bulmak alınmıştır. Tez boyunca anlatılan kavramlar kendi içlerinde bütünlük oluşturan bölümler halinde ele alınmıştır. Bu bölümlerin sıralanışı da 20. yüzyıl boyunca teknoloji düşüncesinin mimari düşünceye yansıma biçimleri ve gelişimi gözönünde bulundurularak yapılmıştır. Tezde şu bölümler yer almaktadır: 1. Giriş 2. Teknoloji 3. Makine 4. Saydamlık (Transparency) 5. Hafiflik (Lightness) 6. Dematerializasyon (Dematerialisation) 7. Maddesel olmama durumu (Immateriality), 8. Düşeysellik (Verticality) 9. Ütopyalar Giriş bölümünde yukarıda da belirtilen tezin konusu ve ilgi alanları, amacı ve ele alınış biçimi ilgili açıklamalar yer almaktadır. Teknoloji başlığı altında, teknolojinin genel tanımı yapıldıktan sonra teknoloji kavramının zaman içinde, özellikle Endüstri Devrimi sonrası hızlı teknolojik gelişim ortamında ve yirminci yüzyılda değişen anlamsal özelliklerine kısaca değinilmektedir. Teknoloji, yirminci yüzyılın ortalarına kadar Aydınlanma Çağı'ndan itibaren insanlığı etkilemiş pozitivist düşüncenin önemli unsurlarından birini oluşturmuşken, yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki savaş sonrası ortamında bir tehlike kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır. Bu olumsuz yönde değişimin sebebi, Endüstri Devrimi sonrası başlayan toplumsal değişimlerin, insan gücünden makina kullanımına geçilmesi ve böylelikle güç merkezlerinin el değiştirmesinin teknolojinin kendi içinde insana karşı bir güç olduğu düşüncesine yol açmasıdır. Bazı düşünürlerin bu yöndeki fikirleri belirtildikten sonra teknolojinin tanımlanmasında farklı yaklaşımların sınıflandırılmasına değinilmiştir. Bunlardan teknolojinin enformasyon sistemi olarak tanımlandığı yaklaşımda yer alan 'baskın' ve 'geri planda' fonksiyonlar düşüncesinin mimari teoride kullanımlarından bahsedilerek, teknolojinin mimari düşüncede benzer biçimde ele alındığı durumlar anlatılmıştır. Bölüm sonunda, mimari teoride teknoloji ile ilgili önemli görüşlere yer verilmiştir. Makine, teknolojinin değişmez bir aracı olarak endüstrileşmiş toplumun en etkin unsurlarından birini oluşturmuştur. Hem kendi reel benliği ile, hem de mecazi kullanımlarıyla geçen yüzyıldan beri insan yaşantısı ve düşüncesi üzerinde çok etkili olmuş bir düşüncedir. İnsanın kendisinin bir makine olduğu ve dünyanın, içinde bütün alt sistemlerin bir makine düzeni içinde çalıştığı bir dev makine olduğu düşüncesi endüstrileşmiş toplumun önemli inançlarından birini oluşturur. 'Makine Çağı' temellerini bu düşünceden alır. Makinenin bu rolü 19. yüzyıl sonlarından itibaren mimarlıkta da çok etkili olmuştur. 20. yüzyıl başlangıcında ortaya çıkan bütün öncül hareketler, çağa ayak uydurmanın gereğini makinenin sağladığı ilham ve olanakları kullanmak olarak görürler. Bu yüzden makine, bu döneme ait Alman Werkbund Grubu, Fütüristler, Konstrüktivistler, Bauhaus ve De Stijl gibi grupların söylemleri ile Le Corbusier gibi bireysel söylemlerin önemli bir parçasını oluşturur. Ancak, biçimsel anlamda bir makine mimarlığının oluşumu 20. yüzyılın ikinci yarısına rastlar. Bu dönemde oluşturulan gerek bazı ütopik projeler, gerekse de 70'li yıllardan başlayarak inşa edilen bazı binalar biçimsel olarak bir makine benzetmesi içermektedir. 80'li yıllarda ağırlık kazanan 'High-Tech' türü yapılar bunun iyi örneklerini oluşturur. 20. yüzyılın sonuna doğru ise somut biçimsel makine imajı yerini bilgisayar teknolojisinin getirdiği karmaşık enformasyon ağlarının soyut imajına bırakmaktadır. Saydamlık, hafiflik ve dematerializasyon teknolojiyi ifade biçimi olarak kullanan mimarilerin değişmez özellikleridir. Saydamlık, mimarlığı algılamanın baş gereklerinden olan ışığın iç mekana alınması ile ilgili üstlendiği rol dolayısıyla mimarlık için her zaman önemli bir özellik olmuştur. Endüstri Devrimi'nden sonra saydam yapı malzemelerinin teknolojik olarak geliştirilmesi ve ışıkla en iyi ilişkiyi sağlayan malzeme olan camın olanaklarının geliştirilmesi 20. yüzyılda mimari anlamın dönüşümünde çok önemli bir rol oynamıştır. 19. yüzyıldan başlayarak yapılan çelik-cam yapılar yeni bir mimari dilin öncülüğünü yaparlar. 20. yüzyıl başında cam perde duvar kullanımı ile iç mekan ve dış mekan arasındaki kesin sınırlar ortadan kalkmış ve iki mekan arasında bir görsel süreklilik sağlanmıştır. Yüzyılın devamında bu gerçek (literal) saydamlık, farklı arayışlarla yerini giderek daha karmaşık ve daha zengin bir mimari anlatımı hedefleyen görüngüsel (phenomenal) saydamlığa bırakmıştır (Colin Rowe ve Robert Slutzky'nin XI tanımlamaları). Bu yaklaşım günümüz mimarlığında da etkilidir. Bugün, çok çeşitli saydam malzemelerle, elektronik cephelerle ve çeşitli cam cephe sistemleriyle çok farklı saydamlık etkileri elde edilmektedir. Hafiflik, çağrıştırdığı birçok başka kavramla mimari anlamın çeşitlenmesinde etkili olmuş bir kavramdır. Hafif strüktürler özellikle 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılda mimari yaklaşımlarda önem kazanarak daha sık kullanılmalarına rağmen, mimarlığın en başından beri var olmuşlardır. 18. yüzyılda Aydınlanma düşüncesinin etkileriyle, yapıların gereksiz ağırlıklardan arındırılarak strüktürün özüne dönmesi fikri ağırlık kazanmıştır. Endüstri Devrimi sonrası yaygınlaşan demir ve çelik kullanımı ile yalın strüktürü kullanan daha hafif yapılar yapılmaya başlanmıştır. 20. yüzyıl başındaki mimari hareketler, hafifliği ulaşılması gereken bir mimari hedef olarak görürler, fakat çoğu uygulamalarında bu hedefe ulaşamamışlardır. Gerçekten hafif, yeni yapım teknolojilerinin oluşturulması yüzyıl ortalarına doğru gerçekleşmiştir. 'Gergi strüktürlerin' gelişimi hafiflik adına önemli bir gelişmedir ve 60'lardan itibaren bu konuda başarılı uygulamalar yapılmıştır. Mimarlıkta hafiflik faktörü ile yeni etkiler elde etmeye çalışan daha güncel bir yaklaşım da 'asılı strüktürier'dir. Bu şekilde hafiflik kavramı yerine görsel bir 'ağırlıksızlık' oluşturulmaya çalışılmaktadır. Dematerializasyon, yapının malzemeye bağlı algılasal niteliklerinin azaltılarak, binanın bütünleyici homojen bir kabuk altında oluşturulması olarak tanımlanabilir. Bu şekilde maddesel gerçeklik sorgulanarak 'buharlaşma' veya 'çözülme' gibi kavramların mimarlığa yansımaları denenmiştir. Maddenin yok olması olarak tanımlanabilecek immaterialite (immateriality), enformasyon ağlarının, bilgi akışının giderek maddenin önüne geçmeye başladığı bilgisayar teknolojisi ortamında, bunlardan yararlanarak mimariye yeni anlamlar kazandırmayı denemektedir. Immaterialitenin kullanımı hem mimari düşüncenin oluşturulma sürecinde, hem de sonuç ürünün biçimlenmesinde etkili olmaktadır. Bu şekilde, düşünsel olduğu kadar duyusal etkilere dayalı bir mimari yaklaşım ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşım ancak, insanın organik ilgi odaklarına ve sinir ve duyusal tepkilerinin kökenlerine gönderilmiş yeni bir gerçeklik veya maddesellik olarak anlaşılabilir. Bu anlamda bir maddeselliğin mimarlık üzerinde ilk ve en doğrudan etkisi teknolojinin de olanakları doğrultusunda binanın niteliklerinin bir seri duyumun birleşiminin algılanması gibi düşünüldüğü bir 'yayıncılık fırsatı' olarak tasarlanmasıdır. Bu kendini mimarlığın bazı öğelerinin çevresel etkenlere bağlı olarak sürekli değiştiği ve çevreye cevap verdiği bir biçimde veya programlanabilir XII sistemler şeklinde gösterebilir. Elektronik anlatıların bir ışık, hareket ve enformasyon duyarlılığı biçiminde cephede kullanımı güncel bir projelerde rastlanan bir yöntemdir. İmmaterialiteye örnek başka bir yöntem de hareketin bir mimari eleman olarak kullanılmasıdır. Düşeysellik, teknolojinin şehir ölçeğinde etkilerine örnek oluşturan bir kavramdır. İnsan var olduğundan beri düşeyselliğe ilgi duymuş, yüksek olanı kutsal saymıştır. Mimarlık tarihi boyunca da daha yüksek inşa etme isteği çeşitli dönemlerde kendini gösterir. Endüstri Devrimi ile yaşanan sosyal ve ekonomik değişime kadar düşeysellik sadece dinsel ve politik bir güç ifadesi olarak sembolik bir değer taşırken, kapitalist toplumun oluşumu ile zenginlik, prestij ve güç ifadesi taşıyan ve fonksiyonel olarak kullanılan bir olgu olmaya başlamıştır. Teknolojinin gelişmesi, çeliğin yapım malzemesi olarak kullanılmaya başlanması ve asansörün bir düşeysel taşıma aracı olarak geliştirilmesi ile binalar yükselmeye başlamış ve gökdelen olarak adlandırılan yeni bir yapı türü ortaya çıkmıştır. Bunların sıkça yapılmasıyla gökdelenlerin istila ettiği şehirler oluşmuş ve böylece ütopik bir şehirsel gelişme gerçeklik kazanmıştır.. Mimarlık, sosyal yaşamın somut bir yansıması olarak ütopyaların her zaman önemli bir parçasını oluşturmuştur. 20. yüzyıl başında oluşan Fütürizm ve Konstrüktivizm gibi hareketler ütopya biçiminde ifade edilmiş olsalar da daha çok belli ideolojilerin savunuculuğunu yaparlar. Yüzyıl ortalarına doğru teknolojiyi yeni bir mimarlık için en önemli güç olarak gören ve gelişime inanan ütopik hareketler ortaya çıkmıştır. Bunlar yeni yaşam biçimleri için şehirsel ve bina ölçeğinde tamamen teknolojik imaj kullanan yeni mimari biçimler önerirler. Bu ütopyalarda binaların hareketliliği ve değişimlere kendiliğinden adapte olabilmesi önemli temalardır. Daha güncel ütopyalarda ekolojik kaygılardan kaynaklanan yapay çevre ile doğanın kaynaşması teması göze çarpmaktadır. 20. yüzyıl ütopyaları incelendiğinde teknolojinin hepsinde ortak bir özellik olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Teknolojik ütopyalar geleceğe yönelik bakış açıları sunarak mimari yaratıcılığa katkıda bulunurlar. Sonuç bölümünde tüm bu ele alınan kavramların teknoloji ile ilişkileri bakımından mimari yaratıcılığa olan katkıları özetlenerek, bu kavramlardan ortaya çıkan bazı yeni kavramlar sıralanmıştır. Teknolojinin mimarinin üç boyutta gerçekleşebilmesi için değişmez bir faktör olduğu bir kez daha vurgulanarak, bunun hangi dozlarda ve ne biçimde mimari ifadeye yansıdığının, mimarlık - teknoloji ilişkisinin belirleyici bir unsuru olduğu belirtilmiştir.All through the history of architecture building technology has always been one of the major factors which affect the appearance and perception of a building. Especially with the industrialization process that started in the eighteenth century, the introduction of new materials and new building techniques, an obvious change was felt in the architectural scene. This study is an attempt to investigate the expressive and the creative role of technology in architectural theory and experience, especially in the late ninetieth and twentieth centuries and point out to some remarkable conditions emerging from the changing relations between technology and architectural meaning. The relationship between technology and architecture is a complex whole, in which many factors affect, determine or change the quality of this relationship. As a result of this complexity the method of this research is chosen as the observation of some concepts deeply related with the use of expressive technology in the architectural course of the twentieth century. The selection of the observed concepts is done according to the criteria issued by the aims of the study; to observe the impacts of technology in architectural meaning and expression. The selected concepts, apart from a brief view of technology, are: The idea of the machine, transparency, lightness, dematerialization, immateriality, verticality, and Utopias concerning technology. The changing understandings of these concepts through the course of twentieth century are given. Machine has been a metaphor in this century both for the formal and functional aspects. Transparency, lightness and dematerialization are constant qualities in an idea of technological architecture. Immateriality is the consequence of the computer technology and the idea of 'information'. Verticality is a factor that has affected the urban structure. And technological Utopias are closely related with the action of creativity in the means of suggesting futuristic views for architecture.Yüksek LisansM.Sc

    CHLAMYDIA PNEUMONIAE' NIN ATEROSKLEROTİK KALP HASTALIKLARINDAKİ ROLÜ

    No full text
    Koroner kalp hastalıkları özellikle batı ülkelerinde başta gelen ölüm nedenlerindendir

    Occult Hepatitis B Virus Infection

    No full text

    The effect of neutrophil lymphocyte ratio on mortality in patients followed in the intensive care unit with the diagnosis of ischemic stroke from the emergency department

    No full text
    The goal of this study was to determine if the neutrophil-lymphocyte ratio (NLR) predicts mortality in patients hospitalized in the intensive care unit (ICU) with an ischemic stroke. Between January 1 and December 31, 2021, 116 patients admitted to our emergency department with the diagnosis of ischemic stroke and hospitalized in the 3rd level ICU unit were included in the study and divided into two groups: patients who died (Group 1: n=62) and patients who survived (Group 2: n=54). Patients’ age, gender, presence of chronic diseases, Acute Physiology and Chronic Health Evaluation (APACHE) II score, and neutrophil count, lymphocyte count, and NLR were obtained by dividing these two numbers in the first complete blood count taken at the time of admission to the emergency department were collected and analyzed. While 54 (46.5%) patients were discharged from the ICU, 62 (53.4%) patients died. 60 (51.7%) of the patients were female. The average age of patients was 76.85±10.70. APACHE II score was found to be correlated with mortality (AUC 0.70, 95% CI (0.616-0.802) (p=0.01). When the APACHE II cut-off value was more than 13.5, it predicted mortality with 95% sensitivity and 85% specificity. The median NLR ratio of the patients was found to be 5.08 (0.38-35.16) in the survivors and 11.68 (1.38-113.00) in patients that died. NLR was lower in survivors (p=0.002). NLR may be a valuable marker in predicting mortality in stroke patients admitted to the ICU

    Moda Sinema Etkileşimi

    No full text
    corecore