38 research outputs found

    Birinci basamak hekimlerinin şizofreniye bakış açısı

    Get PDF
    Amaç: Türkiye'deki birinci basamak hekimlerinin şizofreni ve tedavisine yaklaşımı ile ilgili bilgi, eğilim ya da algılamalarının saptanması ve bunu etkileyen etmenlerin ortaya koyulması amacıyla planlanan bu araştırma Psikiyatrik Araştırmalar ve Eğitim Merkezi Derneği (PAREM) tarafından yapılmıştır. Yöntem: Araştırma Adana, İstanbul, Trabzon, Diyarbakır ve Bolu'da yürütülmüştür. İllerin seçimi Devlet İstatistik Enstitüsü'nün gelişmişlik sınıflaması, çalışan psikiyatrist sayısı ve farklı coğrafi bölgeler dikkate alınarak yapılmıştır. İl ve ilçe merkezlerinde çalışan pratisyen hekimler araştırmaya alınmıştır. Uygulanan ankette, şizofreni ve depresyona karşı bilgi, algı ve eğilimleri ölçmek için 60 item yer almakta olup, her item için "katılıyorum", "katılmıyorum" ve "fikrim yok" şeklinde 3 yanıt kategorisi belirtilmiştir. Seçilmiş bölgelerdeki hekimleri ziyaret ederek, yüz yüze görüşmeler yaparak, her ilde 1 olmak üzere toplam 5 anketör anketleri uygulamıştır. Araştırmada 123 sağlık ocağında çalışan 300 birinci basamak hekimine anket uygulanmıştır, Anketin uygulandığı sağlık ocaklarında bulunan 55 hekim anketi uygulamayı reddetmiştir. Sonuçlar: Anketin uygulandığı hekimlerin %58.7'si erkek, %41.3'ü kadındır. Araştırmaya alınan hekimlerin yaş ortalamaları 31.4, ortalama olarak çalışma süreleri 6.5 yıl, bir hafta içerisinde gördükleri hasta sayısı 247.6, son bir hafta içinde gördükleri ortalama psikotik hasta sayısı ise 19.88'dir. Sonuçlara göre, hekimlerin büyük çoğunluğu şizofreniyi ruhsal bir zayıflık hali olarak görmekte ve %80'i şizofrenin tam olarak düzelmediğine inanmaktadır. Hekimlerin üçte birinden fazlası şizofreninin sosyal sorunlar nedeniyle ortaya çıktığına ve %26'sı şizofreninin iyileşmesi için sosyal sorunların çözülmesi gerektiğine inanmaktadır. Şizofrenide psikoterapinin yararlı olacağına inananların oranı ise %56.3'tür. Hekimlerin yarısından fazlası şizofrenlerin toplum içinde serbest dolaşmaması gerektiğine, saldırgan olduklarına, kendi hayattarı ile doğru kararlar alamayacaklarına inandıklarını belirtmişlerdir. Bu bulgular hekimlerin şizofreniye ilişkin stigmayı toplumla paylaştıklarını göstermektedir. Tartışma: Bulgular şizofreninin değerlendirilmesi ve kavranmasında hekimlerin bakış açılarının önemini ortaya koymaktadır. Hekimlerin de toplumun bakış açısına benzer bir şekilde şizofreniyi değerlendirdikleri görülmektedir. Şizofreni hastalığını daha fazla bilen ve hastalarla daha yakın ilişkide olan bu grubun etiketleyici bir düşünce içinde olması bu konuda yürütülecek çalışmaların kapsamının genişletilmesi konusunda uyarıcı olmaktadır

    Demanding Patient

    No full text
    Doktorlar günlük uygulamalarında zor hasta olarak nitelendirdikleri çok sayıda hasta ile karşılaşmaktadırlar. Hekimlerin zor hasta olarak nitelendirdikleri bu hastaları sınıflandırma konusunda belli bir görüş birliği bulunmamaktadır. Ancak bazı işlem ve incelemeleri yapması ya da yaptırması için doktorları zorlayan ‘ısrarcı’, ‘talepkâr’ ya da ‘üsteleyici’ hastaları bir grup olarak ele almak mümkün gibi görünmektedir. Bu yazıda bu hastalar ‘üsteleyici hasta’ başlığı altında ele alınmaktadır. Üsteleyici davranışta doktorun açıklamalarına karşın hastanın ısrarcı olması, inanmaz bir yaklaşım göstermesi, her türlü açıklamaya karşın isteğini yineleyici bir şekilde gündeme getirmesi ve zorlayıcı bir yaklaşım içinde olması söz konusudur. Üsteleyici davranışlar çok değişik nedenlerle ortaya çıkabilmektedir. Üsteleyici davranışın ortaya çıkmasında en belirleyici etmenler hastanın kişilik yapısı ve stresle baş etme gücüdür. Ancak doktorun davranışları ya da görünümü de üsteleyici davranışı arttırabilmektedir. Üsteleyici davranış gösteren bir hasta ile karşılaştığında doktorun bu davranışla baş edip edemediği konunun diğer boyutunu oluşturmaktadır. Üsteleyici hasta ile baş etmeye çalışan doktorlar kendi kişilik özelliklerini ve hastasının biyopsikososyal özelliklerini dikkate alarak hastasına yaklaşmalıdır.Physicians encounter many patients in their daily practice often described as difficult patient. However, there is no specific consensus on the classification of these patients which physicians describe as difficult patient. However, it seems possible to describe patients as 'insistent', 'demanding' or 'persistent‟ when they force the physicians or have the physicians force other medical staff to conduct some operations and investigations. Such patients described in this paper are listed under the heading of „demanding patient‟. In demanding behavior, the patient's insistence, distrustful approach, and repeated requests continues despite the physician‟s explanation. Demanding behavior can occur for a variety of reasons. The most significant factors in the occurrence of demanding behavior are the patient‟s personality traits and ability to cope with stress. However, the physician‟s appearance and behavior may also increase the patients‟ demanding behavior. Another dimension of the issue is the coping ability of the physician when faced demanding patient. Physicians who try to cope with demanding patients should approach their patients by taking into account their own personality traits and the patient's biopsychosocial characteristics

    The knowledge and attitudes of the specialists about mental disorders

    No full text
    Amaç: Bu araştırmada psikiyatri-dışı uzman hekimlerin ruhsal bozukluklar konusunda bilgi ve tutumlarının araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırmacılar tarafından oluşturulan anket formu ile dahiliye, kadın hastalıkları ve doğum, onkoloji ve fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanlarının demografik bilgileri, meslek yaşamı ile ilgili bilgileri, ruhsal bozukluklar ve depresyon ile ilgili bilgileri ve tutumları araştırılmıştır. Araştırmaya katlan 681 uzmanın 392'si dahiliye, 2181 jinekoloji, 97'si fizik tedavi ve rehabilitasyon, 14'ü onkoloji uzmanıdır. Sonuçlar: Araştırmaya katılan uzman hekimler gördükleri hastaların % 20'sinde ruhsal sorun olduğunu düşündüklerini, ruhsal sorunu olan hastaların ise % 10'unu bir psikiyatri uzmanına sevk ettiklerini, gördükleri hastaların %10'una depresyon, % 10'una anksiyete, % 10'una somatizasyon tanısı koyduklarını belirtmişlerdir. Uzman hekimler, ruhsal bozukluklar ve ruhsal bozuklukların tedavisi konularında kendilerini orta düzeyde yeterli görmektedirler. Katılımcıların yaklaşık %651 depresyon, anksiyete ve somatizasyon konusunda eğitim alma gereksinimi duyduğunu belirtmektedir. Katılımcıların %70'i depresyonun tıbbi bir hastalık olduğunu, %43'ü ise antidepresan ilaçların bağımlılık yapabileceğini düşünmektedir. Tartışma: Uzman hekimlerin DSM-IV depresif bozukluklar tanı ölçütlerine göre tanı koydurucu olmayan belirtileri de (baş ağnsı, ellerde uyuşma, nefes alamam hissi, bayılma, uyuşukluk, çarpıntı) tanı koydurucu belirti olarak gördüğü gözlenmiştir.Objective: In this study, the knowledge and attitudes of the specialists about mental disorders were aimed to investigate. Methods: Demographic features, professional practices, konowledge and attitudes about mental disorders ard depression of internists, physical therapy and rehabilitation specialists, gynecologists and oncology specialists were investigated by using a questionnaire designed by investigators. 681 specialists participated to study and 352 of them were internist, 218 of them were gynecologist, 97 of them were physical therapy and rehabilitation specialists, 14 of them were oncology specialist. Results: The specialists who participated to study has stated that 20% of their patients had psychiatric problems, they had consulted to a psychiatrist, 10% of the patients who had psychiatric problems and they had diagnosed 10% of their patients as depression, 10% as anxiety and 10% as somatisation. The specialists has stated that their knowledge level was intermediate about psychiatric disorders and the therapy of the psychiatric disorders. Aproximately 65% of the participants required an education program about depression, anxiety and somatisation. 70% of the participants thought that depression was a medical illness and 43% of the participants thought that antidepressant drugs had depedency potential. Discussion: It has seen that the specialists had considered some symptoms as a diagnostic symptom that were not present as a diagnostic criteria of depressive disorder in DSM-IV

    The effect of locus of control on attitudes towards depression and schizophrenia

    No full text
    Amaç: Günümüzde kişilik özelliklerinin ruhsal bozukluklara yönelik tutumlar üzerine etkisi konusunda belli bir görüş birliği bulunmamaktadır. Bu araştırmada, denetim odağının depresyon ve şizofreniye yönelik tutumlara etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Kesitsel araştırma niteliği taşıyan bu araştırmaya 196 üniversite öğrencisi alınmıştır. Katılımcıların depresyon ve şizofreniye yönelik tutumları araştırmacılar tarafından geliştirilen bir anket ile, denetim odağı ise Rotter'in İç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği ile incelenmiştir. Depresyon ve şizofreniye yönelik tutumları değerlendiren anket formundaki maddeler ayrı ayrı değerlendirilerek denetim odağının ruhsal bozukluklara yönelik tutumlara etkisi araştırılmıştır. Bulgular ve Tartışma: Anketin depresyon bölümündeki 15 maddeden birinde, şizofreni bölümündeki 15 maddeden ikisinde maddelere ‘katılıyorum’ ve ‘katılmıyorum’ diye yanıt verenler arasında denetim odağı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu belirlenmiştir. Birçok araştırmada bireylerin tutum ve davranışlarını etkilediği belirlenen denetim odağının, üniversite öğrencilerinin ruhsal bozukluklara yönelik tutumlarını önemli bir düzeyde etkilemediği görülmüştür. Fakat konunun aydınlığa kavuşabilmesi için yeni araştırmalar yapılması gerekmektedir.Objective: There is no consensus about the effects of personality traits on attitudes toward mental illness. The purpose of this study was to determine the effect of locus of control on attitudes toward depression and schizophrenia. Methods: A cross-sectional survey of 196 university students was conducted. Attitudes toward depression and schizophrenia were assessed by a questionnaire designed by the authors and locus of control was measured by using Internal-External Locus of Control Scale developed by Rotter.Results: The items of the attitudes questionnaire were analyzed one by one to find out the effect of locus of control to attitudes toward mental disorders. There is a statistically significant difference between the participants who answered the item as ‘I agree’ and ‘I don’t agree’ in one out of 15 items of depression part and two out of 15 items of schizophrenia part of the questionnaire. Discussion: Although many studies have shown that an individual's belief about locus of control has an important influence on his/her attitudes and behaviors, in this study it was seen that locus of control had no or minimal effect on attitudes toward depression and schizophrenia. But there is a need to implement new studies to illuminate the subject

    Anxiety, depression, and nature of acne vulgaris in adolescents.

    No full text
    BACKGROUND: The reported prevalence of acne in adolescence is variable; improved treatment may have modified its prevalence and severity; acne has been related to psychiatric morbidity for many years. METHODS: Two thousand six hundred and fifty-seven high school students were examined, and adolescents with acne were interviewed about the subject of acne vulgaris. The severity of acne was graded using the Global Acne Grading System (GAGS). The Hospital Anxiety and Depression (HAD) scale was evaluated for one of every two subjects with acne (n = 308) and for the same number of sex-matched control subjects (n = 308) to determine the prevalence of depression and anxiety. RESULTS: Six hundred and fifteen of the subjects (23. 1%) were determined to have acne. Acne prevalence in girls and boys was 16.1% and 29.2%, respectively (P < 0.001). Two hundred and twenty-five (15.8%) of 1424 boys and only 109 (8.8%) of 1233 girls had moderate or severe/very severe acne (P < 0.001), but the GAGS scores in the groups of boys and girls with acne were not significantly different. The acne and control groups showed no significant differences in the HAD anxiety and depression subscale scores. The HAD anxiety subscale scores of girls were significantly higher than those of boys in the acne group. The severity of acne was not correlated with the HAD anxiety or depression subscale scores. CONCLUSIONS: Acne results in higher anxiety in adolescent girls. Although acne and moderate/severe acne are more common in adolescent boys, the severity of acne was found to be similar in boys and girls with acne. Adolescent girls are more vulnerable than boys to the negative psychological effects of acne

    Rare congenital retinal vascular anomalies

    No full text
    Amaç: Konjenital retina damar anomalisi (KRDA) olan hastaların klinik ve demografik bulgularını tanımlamak ve ayırıcı tanıda kullanılan karakteristik özelliklerini gözden geçirmektir. Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde KRDA tespit edilen hastalar detaylı oftalmolojik muayene, renkli fundus fotografisi ve floresein anjiografi ile değerlendirildi, eşlik eden sistemik hastalıklar açısından araştırıldı. Bulgular: Toplam 15 hastanın 25 gözünde sistemik araştırmaları tamamlanmış KRDA saptandı ve çalışma kapsamına alındı. Beş hastada konjenital retina arter tortuositesi, 4 hastada prepapiller vasküler halka, 1 hastada maküler makrodamar, 5 hastada idiopatik genel tortuosite tespit edildi. İdiopatik genel tortuosite görülen bir hastada saptanan ven dal tıkanıklığı ve konjenital arter tortuositesi olan bir hastadaki bilateral makülopati haricinde hastaların hiçbirinde görülen bu anomalilerle ilişkilendirilebilecek bir komplikasyon izlenmedi. Sonuç: Konjenital retina arter tortuositesi, prepapiller vasküler halka, maküler makrodamar ve idiopatik genel vasküler tortuosite genellikle iyi seyirli, nadiren komplikasyona yol açan konjenital retina damar anomalilerindendir. Bunların benzer tablolara yol açan sistemik ve oküler hastalıklardan ayırıcı tanısının yapılması bu hastaların takip ve tedavisinde yararlı olacaktır.Purpose: To define clinical and demographic findings of congenital retinal vascular anomalies and to review the characteristic signs useful to make differential diagnosis. Materials and Methods: Cases with detected congenital retinal vascular anomalies were evaluated via detailed ophthalmic examination, fundus photography, flouresceine angiography and also associated systemic diseases were investigated. Results: The study comprised 25 eyes of 15 patients with congenital retinal vascular anomalies that had complete systemic examinations. Congenital retinal arterial tortuosity was found in 5 cases, prepapillary vascular loops was observed in 4 eyes, macular macro-vessel was discovered in 1 eye, idiopathic generalized tortuosity was detected in 5 cases. No complications that could be pertained to vascular anomalies was observed except two patients in whom one eye with idiopathic generalized tortuosity had associated branch retinal vein occlusion and both eyes of a patient with bilateral congenital retinal arterial tortuosity was accompanied by maculopathy. Conclusion: Congenital retinal arterial tortuosity, prepapillary vascular loops, macular macro-vessels and idiopathic generalized tortuosity are among congenital retinal vascular anomalies that have favorable prognosis and infrequent complications. Differentiating these anomalies from systemic and ocular conditions that may lead to similar findings is useful in diagnosis and follow-up of these patients

    The knowledge and attitudes of the specialists about mental disorders

    No full text
    Amaç: Bu araştırmada psikiyatri-dışı uzman hekimlerin ruhsal bozukluklar konusunda bilgi ve tutumlarının araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırmacılar tarafından oluşturulan anket formu ile dahiliye, kadın hastalıkları ve doğum, onkoloji ve fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanlarının demografik bilgileri, meslek yaşamı ile ilgili bilgileri, ruhsal bozukluklar ve depresyon ile ilgili bilgileri ve tutumları araştırılmıştır. Araştırmaya katlan 681 uzmanın 392'si dahiliye, 2181 jinekoloji, 97'si fizik tedavi ve rehabilitasyon, 14'ü onkoloji uzmanıdır. Sonuçlar: Araştırmaya katılan uzman hekimler gördükleri hastaların % 20'sinde ruhsal sorun olduğunu düşündüklerini, ruhsal sorunu olan hastaların ise % 10'unu bir psikiyatri uzmanına sevk ettiklerini, gördükleri hastaların %10'una depresyon, % 10'una anksiyete, % 10'una somatizasyon tanısı koyduklarını belirtmişlerdir. Uzman hekimler, ruhsal bozukluklar ve ruhsal bozuklukların tedavisi konularında kendilerini orta düzeyde yeterli görmektedirler. Katılımcıların yaklaşık %651 depresyon, anksiyete ve somatizasyon konusunda eğitim alma gereksinimi duyduğunu belirtmektedir. Katılımcıların %70'i depresyonun tıbbi bir hastalık olduğunu, %43'ü ise antidepresan ilaçların bağımlılık yapabileceğini düşünmektedir. Tartışma: Uzman hekimlerin DSM-IV depresif bozukluklar tanı ölçütlerine göre tanı koydurucu olmayan belirtileri de (baş ağnsı, ellerde uyuşma, nefes alamam hissi, bayılma, uyuşukluk, çarpıntı) tanı koydurucu belirti olarak gördüğü gözlenmiştir.Objective: In this study, the knowledge and attitudes of the specialists about mental disorders were aimed to investigate. Methods: Demographic features, professional practices, konowledge and attitudes about mental disorders ard depression of internists, physical therapy and rehabilitation specialists, gynecologists and oncology specialists were investigated by using a questionnaire designed by investigators. 681 specialists participated to study and 352 of them were internist, 218 of them were gynecologist, 97 of them were physical therapy and rehabilitation specialists, 14 of them were oncology specialist. Results: The specialists who participated to study has stated that 20% of their patients had psychiatric problems, they had consulted to a psychiatrist, 10% of the patients who had psychiatric problems and they had diagnosed 10% of their patients as depression, 10% as anxiety and 10% as somatisation. The specialists has stated that their knowledge level was intermediate about psychiatric disorders and the therapy of the psychiatric disorders. Aproximately 65% of the participants required an education program about depression, anxiety and somatisation. 70% of the participants thought that depression was a medical illness and 43% of the participants thought that antidepressant drugs had depedency potential. Discussion: It has seen that the specialists had considered some symptoms as a diagnostic symptom that were not present as a diagnostic criteria of depressive disorder in DSM-IV
    corecore