48 research outputs found
LUTHER’İ SOSYAL VE SİYASİ REFORMA DA ZORLAYAN ANABAPTİSTLERİN SİNDİRİLMESİ
16. yüzyılda ortaya çıkan Reform hareketi, Papa ve din adamlarının otoritesine karşı kendi otoritesini kurmaya çalışan Martin Luther’in başarısı olarak görülmektedir. Ancak reform hareketi her ne kadar Luther’in başarısı olsa da onun istediği şekilde seyir etmemiş ve Luther, reformunu amaçları doğrultusunda gerçekleştirmek isterken bu reform, Luther’in karşısına Katolik Kilisesine ek olarak farklı grupların da ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Reform, Katolik dünyası ve İncil uygulamaları hakkında akıllarında soru işaretleri barındıran bazı din adamlarını da cesaretlendirerek onları yönlendirmiştir. Böylelikle o çağda, dini düşünce ve algılama şekillerinde çıkan çeşitlilik ve farklılaşmalar, birçok farklı grubun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu gruplardan biri, yetişkin vaftizinin gerçek vaftiz olduğunu iddia etmeleri sebebiyle Anabaptist ismiyle adlandırılmış ve bu aykırı inançları sebebiyle tarihe “Radikal Hareket” olarak geçmişlerdir. Bu araştırmamızda, Anabaptist liderler ile Luther arasında gergin bir şekilde gerçekleşen tartışmalardan bazılarını, Luther’in onlara karşı sergilediği tutumu ve kısmen de Köylü Savaşı’nı ele almaya çalıştık
Mortality from gastrointestinal congenital anomalies at 264 hospitals in 74 low-income, middle-income, and high-income countries: a multicentre, international, prospective cohort study
Summary
Background Congenital anomalies are the fifth leading cause of mortality in children younger than 5 years globally.
Many gastrointestinal congenital anomalies are fatal without timely access to neonatal surgical care, but few studies
have been done on these conditions in low-income and middle-income countries (LMICs). We compared outcomes of
the seven most common gastrointestinal congenital anomalies in low-income, middle-income, and high-income
countries globally, and identified factors associated with mortality.
Methods We did a multicentre, international prospective cohort study of patients younger than 16 years, presenting to
hospital for the first time with oesophageal atresia, congenital diaphragmatic hernia, intestinal atresia, gastroschisis,
exomphalos, anorectal malformation, and Hirschsprung’s disease. Recruitment was of consecutive patients for a
minimum of 1 month between October, 2018, and April, 2019. We collected data on patient demographics, clinical
status, interventions, and outcomes using the REDCap platform. Patients were followed up for 30 days after primary
intervention, or 30 days after admission if they did not receive an intervention. The primary outcome was all-cause,
in-hospital mortality for all conditions combined and each condition individually, stratified by country income status.
We did a complete case analysis.
Findings We included 3849 patients with 3975 study conditions (560 with oesophageal atresia, 448 with congenital
diaphragmatic hernia, 681 with intestinal atresia, 453 with gastroschisis, 325 with exomphalos, 991 with anorectal
malformation, and 517 with Hirschsprung’s disease) from 264 hospitals (89 in high-income countries, 166 in middleincome
countries, and nine in low-income countries) in 74 countries. Of the 3849 patients, 2231 (58·0%) were male.
Median gestational age at birth was 38 weeks (IQR 36–39) and median bodyweight at presentation was 2·8 kg (2·3–3·3).
Mortality among all patients was 37 (39·8%) of 93 in low-income countries, 583 (20·4%) of 2860 in middle-income
countries, and 50 (5·6%) of 896 in high-income countries (p<0·0001 between all country income groups).
Gastroschisis had the greatest difference in mortality between country income strata (nine [90·0%] of ten in lowincome
countries, 97 [31·9%] of 304 in middle-income countries, and two [1·4%] of 139 in high-income countries;
p≤0·0001 between all country income groups). Factors significantly associated with higher mortality for all patients
combined included country income status (low-income vs high-income countries, risk ratio 2·78 [95% CI 1·88–4·11],
p<0·0001; middle-income vs high-income countries, 2·11 [1·59–2·79], p<0·0001), sepsis at presentation (1·20
[1·04–1·40], p=0·016), higher American Society of Anesthesiologists (ASA) score at primary intervention
(ASA 4–5 vs ASA 1–2, 1·82 [1·40–2·35], p<0·0001; ASA 3 vs ASA 1–2, 1·58, [1·30–1·92], p<0·0001]), surgical safety
checklist not used (1·39 [1·02–1·90], p=0·035), and ventilation or parenteral nutrition unavailable when needed
(ventilation 1·96, [1·41–2·71], p=0·0001; parenteral nutrition 1·35, [1·05–1·74], p=0·018). Administration of
parenteral nutrition (0·61, [0·47–0·79], p=0·0002) and use of a peripherally inserted central catheter (0·65
[0·50–0·86], p=0·0024) or percutaneous central line (0·69 [0·48–1·00], p=0·049) were associated with lower mortality.
Interpretation Unacceptable differences in mortality exist for gastrointestinal congenital anomalies between lowincome,
middle-income, and high-income countries. Improving access to quality neonatal surgical care in LMICs will
be vital to achieve Sustainable Development Goal 3.2 of ending preventable deaths in neonates and children younger
than 5 years by 2030
Foundations of intellectual Alevi·sm and Bektashi·sm
YÖK Tez ID: 449851Alevilik ve Bektaşilik hakkında toplum içerisinde bilgi eksikliğinin ve gerçekte ne olduğu hakkında bir merakın mevcut olduğu görülmektedir. Bunun başlıca nedeni Aleviliğin sözlü kültür geleneğine dayalı olması ve Alevilerin uzun dönem bu yaşam tarzlarını gizlemek durumunda kalmış olmasıdır. Günümüzde Alevilik hakkında ortak bir tanımlama yapılamamaktadır. Aleviler kendi içinde de ayin ve ritüelleri farklı olabilmektedir. Tüm bunlar toplum içinde Alevilik hakkında bir karmaşa yaratırken, Alevilerin de bir kimlik bunalımı yaşamasına neden olmaktadır. Bu durum Alevilik hakkında birçok yorum yapılmasına neden olmaktadır. Tarihsel gelişimi incelendiğinde görülmektedir ki Alevilik, Türk Kültürüyle şekillenmiş, siyasi yönelimlere göre hareket eden bir yaşam tarzıdır.It is observed that, in society, there is a lack of knowledge of Alevism and Bektashism and a curiosity about what these ideologies are in fact. The main reason for this case is the tradition of Alevism based on the verbal culture and the requirement of disquising their lifestyles for a long time. Today, it is not possible to make a common definition for Alevism. Alevi groups may have different rituals and worship. All these leads an ambiguity in Alevisim among the society and causes Alevis to have an identity crisis. This situation reveals lots of comments on Alevism. When the historical development of Alevism is analysed, it is seen that Alevism is a way of life shaped by Turkish culture and political tendencies
GİRİŞİMCİLİK EĞİLİMİNİN KUŞAK FARKINA GÖRE İNCELENMESİ
Benzer bir zaman aralığında doğmuş, benzer yaş ve hayat dönemlerini paylaşarak, belirli bir dönemin olayları tarafından şekillenmiş insan topluluğu olarak ifade edilen kuşakların kendilerine özgü özellikleri, değer yargıları ve tutumlarının olduğu görüşünden yola çıkarak, girişimcilik eğilimlerinin de farklılaşabileceği düşüncesi bu çalışmanın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Bu araştırmanın temel amacı girişimcilik eğilimini kuşak farkına göre incelemektir. Araştırma kapsamında İstanbul ilinde ikamet eden farklı kuşaklardan kişilerin girişimcilik eğilimleri incelenmiştir. Örneklemin etkinliğini sağlamak için seçilen kişilerin yaş aralıklarının birbirine yakın olmamasına dikkat edilmiştir. Araştırmanın veri toplama aracı olarak 1988’de Dr. Sally Caird tarafından geliştirilen “General Enterprising Tendency (GET) Test” kullanılmıştır. Girişimciliği anlama yönünde oluşturulan GET testi girişimciliği oluşturabilecek bileşenleri başarma ihtiyacı, bağımsızlık ihtiyacı, yaratıcılık eğilimi, öngörülebilir risk alma eğilimi ve içsel kontrol odaklılık olarak 5 bileşenle değerlendirmektedir
Atrofik Total Dişsiz Maksillanın Dental İmplant Destekli Protetik Rehabilitasyonunda Uygulanan Subperiosteal İmplantlatın Ve Zigomatik İmplantların Konvansiyonel İntraosseoz Dental İmplantlar İle 3-Boyutlu Sonlu Elemanlar Stres Analizi Kullanarak Karşılaştırılması
There are various treatment methods for the fixed prosthetic restoration of the totally edentulous atrophic maxilla. Applying conventional implant treatment together with bone augmentation is the most commonly used technique among these treatment methods. The use of autogenous bone graft in bone augmentation procedures is seen as the gold standard. Considering the size of the area to be grafted, the iliac bone is an ideal extraoral donor site. Reconstruction of the jaw bones with iliac bone graft is an invasive surgical procedure that should be performed under general anesthesia. After the operation, the patient needs to be hospitalized in the hospital. Long prosthetic rehabilitation time, high bone resorption in the healing period of the iliac bone graft, pain in the area where the graft is taken after the operation, nerve damage and gait disturbances are some disadvantages of the operation. In order to reduce all these disadvantages, the use of zygoma implants and subperiosteal implants in atrophic maxillas are presented as alternative methods in the literature. However, the response of zygoma and subperiosteal implants to occlusal forces is not fully known. In fact, the response of dental implants to occlusal forces affects long-term clinical results. The aim of our study is to examine the stress values of the iliac graft, zygomatic implant, titanium subperiosteal implant and polyether ether ketone (PEEK) subperiosteal implant under occlusal forces using the finite element stress analysis method to select the most accurate surgical technique for patients with total edentulous atrophic maxilla. In our study, a total edentulous maxilla model with advanced atrophy was created by using tomographic records in the computer environment. On this model, four different treatment plans were applied. The first maxilla model is the bone augmentation that is made with iliac bone graft and six dental implants are placed at the level of number 2,4 and 6 teeth. The second maxilla model, on the other hand, the bone augmentation which is made with ramus bone graft and two zygomatic implants are placed at the level of the number 6 tooth and four dental implants are placed at the level of the number 2 and 4 teeth. The maxilla with titanium subperiosteal implant is the 3rd model and the PEEK subperiosteal implant is the 4th model with the maxilla. In our study, Brånemark System (Nobel Biocare AB, Goteborg, Sweden) dental implants with a diameter of 3,75 mm and a length of 10 mm, and Brånemark System zygomatic implants with a diameter of 4,1 mm and a length of 35 mm (Nobel Biocare AB, Goteborg, Sweden) were used. In the created model, zygomatic implants were placed with the intrasinus technique. A force of 150 N was applied vertically and 50 N was applied obliquely at an angle of 30 degrees from the level of teeth 2, 4 and 6. The tensile and compressive stresses accumulated in the cortical and trabecular bone as a result of the applied forces and Von Mises stress values accumulated in the implant, abutment and metal infrastructure were investigated by finite element stress analysis. According to the results of our study, the highest compression stress on the bone was observed in the model with the subperiosteal implant produced with PEEK, while the highest tensile stress was observed in the maxilla model with the iliac graft. The stresses on the metal substructure were found mostly in the model with titanium subperiosteal implant. While the most stress under vertical forces was observed in the implants in the iliac graft-applied model, the highest stress under oblique forces occurred in the zygomatic implant-applied group. With these results, when the stress values occurring in bone, implants, abutment and metal infrastructure under functional forces in the four scenarios created for the fixed prosthetic rehabilitation of the atrophic total edentulous maxilla are considered, it is seen that it is not an ideal option as a treatment option. Therefore, each patient should be evaluated individually and the most ideal treatment option should be decided for the patient.Total dişsiz atrofik maksillanın sabit protetik restorasyonunda çeşitli tedavi yöntemleri bulunmaktadır. Bu tedavi yöntemleri içerisinde kemik ogmentasyonu ile birlikte konvansiyonel implant tedavisi uygulamak en sık kullanılan tekniktir. Kemik ogmentasyon işlemleri içerisinde otojen kemik greftinin kullanılması altın standart olarak görülmektedir. Greftlenecek alanın büyüklüğü göz önüne alındığında iliak kemik ideal bir ekstraoral dönor sahadır. İliak kemik grefti ile çene kemiklerinin rekonstrüksiyonu genel anestezi koşullarında yapılması gereken invaziv bir cerrahi işlemdir. Operasyon sonrası hastanın hastanede yatışı gerekmektedir. Protetik rehabilitasyona geçme süresinin uzun olması, iliak kemik greftinde iyileşme dönemindeki kemik rezorpsiyonunun fazla olması, operasyon sonrası greftin alındığı bölgede ağrı, sinir hasarı ve yürüme bozuklukları gibi birtakım dezavantajları mevcuttur. Tüm bu dezavantajları azaltmak için atrofik üst çenelerde zigoma implantların ve subperiosteal implantların kullanılması alternatif yöntemler olarak literatürde sunulmaktadır. Ancak zigoma ve subperiosteal implantların okluzal kuvvetlere vermiş oldukları yanıt tam olarak bilinmemektedir. Hâlbuki dental implantların okluzal kuvvetlere vermiş oldukları yanıt uzun dönem klinik sonuçları etkilemektedir. Bizim çalışmamızın amacı iliak greft, zigomatik implant, titanyum subperiosteal implant ve polieter eter keton (PEEK) subperiosteal implantın okluzal kuvvetler altında gösterdiği stres değerlerini sonlu elemanlar stres analizi yöntemiyle inceleyerek total dişsiz atrofik maksillaya sahip hastalara en doğru cerrahi tekniği seçmektir. Çalışmamızda bilgisayar ortamında tomografik kayıtlardan yararlanılarak ileri derecede atrofi gösteren total dişsiz maksilla modeli oluşturulmuştur. Bu model üzerine 4 ayrı tedavi planlaması uygulanmıştır. İliak kemik grefti ile kemik artırımı yapılıp 2, 4 ve 6 numaralı dişler hizasına 6 adet dental implant yerleştirilen maksilla birinci modeldir. Ramus kemik grefti ile kemik artırımı yapılıp 6 numaralı diş hizasına 2 adet zigomatik implant ve 2 ve 4 numaralı dişler hizasına 4 adet dental implant yerleştirilen maksilla ikinci modeldir. Titanyum subperiosteal implant uygulanan maksilla 3. model ve PEEK subperiosteal implant uygulanan maksilla 4. modeldir. Çalışmamızda 3,75 mm çapında 10 mm uzunluğunda Brånemark System (Nobel Biocare AB, Goteborg, Sweden) dental implantlar, 4,1 mm çapında 35 mm uzunluğunda Brånemark System zigomatik implantlar (Nobel Biocare AB, Goteborg, Sweden) kullanılmıştır. Oluşturulan modelde zigomatik implantlar intrasinüs tekniğiyle yerleştirilmiştir. 2, 4 ve 6 numaralı dişler hizasından vertikal olarak 150 N, oblik olarak 30 derece açıyla 50 N kuvvet uygulanmıştır. Uygulanan kuvvetler sonucunda kortikal ve trabeküler kemikte biriken gerilme ve sıkışma stresi, implant, abutment ve metal altyapıda biriken Von Mises stres değerleri sonlu elemanlar stres analizi ile incelenmiştir. Çalışmamızın sonucuna göre kemik üzerinde en fazla sıkışma stresi PEEK ile üretilen subperiosteal implant uygulanan modelde görülürken en fazla gerilme stresi ise iliak greft uygulanan maksilla modelinde izlenmiştir. Metal alt yapı üzerinde oluşan stresler en fazla titanyum subperiosteal implant uygulanan modelde bulunmuştur. Vertikal kuvvetler altında en fazla stres iliak greft uygulanan modeldeki implantlarda görülmekteyken oblik kuvvetler altında en fazla stres zigomatik implant uygulanan grupta oluşmuştur. Bu sonuçlara göre atrofik total dişsiz maksillanın sabit protetik rehabilitasyonu için oluşturulan 4 senaryoda fonksiyonel kuvvetler altında kemik, implantlar, abutment ve metal alt yapıda oluşan stres değerlerine bakıldığında tedavi seçeneği olarak ideal bir seçenek olmadığı görülmektedir. Bu nedenle her hasta kendi içinde değerlendirilmeli ve hasta için en ideal tedavi seçeneğine karar verilmelidir
İŞ TATMİNİNİN ÖRGÜTSEL BAĞLILIK ÜZERİNDEKİ ETKİSİNE İLİŞKİN İLAÇ ÜRETİM VE DAĞITIM FİRMALARINDA YAPILAN BİR ARAŞTIRMA
Bu araştırmanın amacı;çalışanların iş tatminleri ve örgütsel bağlılıkları arasındaki ilişkinin incelenmesidir.Araştırma teorik bir çerçeve ile sunulduktan sonra konuyu desteklemek amacıyla ampirik bir araştırma yapılmıştır.Ampirik araştırma ilaç sektöründe yer alan firmalar arasında iki şirkette ve toplam 214 çalışanı kapsamaktadır. Bu kapsamda detaylı bir literatür araştırmasına dayanarak bir iş tatmini soru formu hazırlanmış ve çalışanların örgütsel bağlılıklarını belirlemek için M.Sungurlu’nun Türkçe’ye çevirdiği,Buchanan tarafından hazırlanmış olan “Örgütsel Bağlılık Ölçeği” kullanılmıştır.Araştırmada elde edilen veriler “SPSS for Windows 13,0”programından yararlanılarak değerlendirilmiş,iş tatmini ve örgütsel bağlılık arasındaki ilişki bu bulgularla açıklanarak çalışma tamamlanmıştır
Evaluation of nutritional treatment approach results in palliative care patients with malnutrition
Malnütrisyon palyatif bakım hastalarında önemli problemlerdendir. Bu hastalarda beslenme tedavisinin hasta sonuçlarına etkisine dair çelişkili sonuçlar bildirilmektedir. Bu çalışmada malnütrisyon risk skoru yüksek palyatif bakım hastalarında beslenme şekillerinin, hastaların aktivite ve performans skorlarına, semptom düzeylerine, laboratuvar parametlerine, antropometrik ölçümlerine ve mortaliteye olan etkileri incelenmiştir. Çalışmaya dahil edilen ortalama yaşları 69,5 ± 14,4 yıl olan 103 (42 kadın, 61 erkek) hasta, günlük kalori ihtiyacının %60'tan fazlasını hangisiyle sağlandığına dayanarak enteral (n=73) ve parenteral (n=30) beslenme gruplarına ayrıldı. Her iki grup arasında yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi, sigara kullanımı, malignite ve diğer komorbid hastalıklar ile başlangıç inflamatuvar belirteçler ve diğer laboratuvar parametrelerinde ve üst kol çevresi ve baldır çevresini içeren antropometrik ölçümlerde anlamlı farklılık yoktu. Parenteral beslenen hasta grubunda ödem ve bası yarası oranı daha fazlaydı (p<0,01, p<0,01). Palyatif Bakım Servisinde ortalama 22 ± 2 gün izlem sonunda, enteral beslenen hastalarda nötrofil/lenfosit, platelet/lenfosit, CRP ve CRP/albümin değerlerinin düştüğü, parenteral beslenen hastalarda ise nötrofil/lenfosit ve CRP/albümin değerlerinin yükseldiği gözlendi. Antropometrik ölçümlerden üst kol çevresi ve baldır çevresi izlem sonunda enteral beslenenlerde parenteral beslenenlere göre anlamlı düzeyde artmıştı (p=0,01, p<0,01). Aktivite ve performans durumları Karnofsky Performans Skalası, Palyatif Performans Skalası ve Barthel Aktivite İndeksi ile değerlendirilen hastalardan enteral beslenme grubunda olanların başlangıç skorları parenteral beslenenlere daha iyiydi. İzlem sonunda enteral beslenen grubun performans skorlarında iyileşme saptanırken parenteral beslenen grupta kötüleşme görüldü. Yatış ve çıkış semptom düzeyleri Edmonton Semptom Tanılama Ölçeği ile değerlendirildiğinde, enteral beslenen hastaların parenteral beslenen hastalara kıyasla başlangıç semptomlarının daha hafif olduğu ve izlem sonunda tüm semptomların gerilediği, ancak parenteral beslenen hastalarda sadece ağrı, yorgunluk, uykusuzluk, kendini kötü hissetme ve iştahsızlık yakınmalarında gerileme olduğu gözlendi. Enteral ve parenteral beslenenler arasında Palyatif Bakım Servisi'nde ortalama kalış süresi ve enfeksiyon sıklığında farklılık saptanmazken, parenteral beslenen hasta grubunda antibiyotik kullanım süresi daha uzun, yoğun bakım servisine devir (%74'e karşılık %12, p<0,05) ve mortalite (%13'e karşılık %4, p<0,05) oranları anlamlı olarak daha yüksek saptandı. Yoğun bakıma devredilen hastaların da sonraki süreçte hepsinin öldüğü bilgisine dayanarak sağ kalan (n=65) ve ölen (n=38) hastalar arasında yapılan karşılaştırmalarda beslenme şekli, ödem ve bası yarası varlığı ile başlangıç aktivite indeksi ile performans skorları anlamlı farklı bulundu. Parenteral beslenen hasta grubunda anemi ve ödem varlığı, enteral beslenen hasta grubunda ise yüksek lökosit sayımı ile enfeksiyon ve pulmoner emboli varlığı mortalite ile ilişkili faktörler olarak belirlendi. Ancak tüm hastalarda mortaliteye etki eden faktörlerin değerlendirildiği çok yönlü lojistik regresyon analizinde sadece parenteral beslenme ihtiyacı, (OR=22,8 p<0,001), ödem varlığı (OR=3,6 p<0,05) ve başlangıç kötü Karnosfky performans skoru (OR=0,9 p<0,05) mortaliteyi belirleyen bağımsız faktörler olarak öne çıktı. Sonuç olarak, bu çalışmadan elde edilen veriler malnütrisyonu olan palyatif bakım hastalarında aktivite ve performans skorları daha düşük olan hastaların daha fazla parenteral beslenme ihtiyacı duyduğunu ve parenteral beslenme ihtiyacı, ödem ve başlangıçtaki kötü performansın mortalitenin bağımsız belirleyicileri olduğunu göstermiştir. Malnütrisyonu olan hastalarda erken tanı koyularak öncelikli olarak enteral beslenme ile tedavi düşünülmeli, parenteral tedavi ihtiyacı mümkün olduğunca engellenmeli veya geciktirilmelidir. Malnütrisyonun bir sonucu olarak gelişebildiği gibi komorbid hastalıklara bağlı olarak da görülebilen ödemin hastaların sağ kalımını olumsuz etkilediği, diğer taraftan anemi ve enfeksiyonun morbidite ve mortalite üzerine olası etkileri düşünülerek bu durumların önlenmesi veya etkin tedavisi sağlanmalıdır. Malnütrisyonu olan palyatif bakım hastalarında beslenme şekli başta olmak üzere mortaliteye etki edebilecek faktörlerin çok yönlü araştırıldığı daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.Malnutrition is one of the major problems in palliative care patients and conflicting results have been reported regarding the effect of nutritional therapy on outcomes in these patients. In this study, the effects of nutritional patterns on activity and performance scores, symptom levels, laboratory parameters, anthropometric measurements and mortality in palliative care patients with a high malnutrition risk score were investigated. 103 (42 females, 61 males) patients with a mean age of 69.5 ± 14.4 years were divided into enteral (n = 73) and parenteral (n = 30) nutrition groups as a predominant diet. There were no significant differences between the two groups in terms of age, gender, body mass index, smoking, malignancy and other comorbid diseases, and baseline inflammatory markers and other laboratory parameters, and anthropometric measurements including upper arm circumference and calf circumference. The rates of edema and pressure sores were higher in the parenteral nutrition group (p<0,01, p<0,01). After an average of 22 ± 2 days of follow-up in the Palliative Care Service, it was observed that the values of neutrophils/lymphocytes, platelets/lymphocytes, CRP and CRP/albumin decreased in patients receiving enteral nutrition, while the ratios of neutrophil/lymphocyte and CRP/albumin increased in patients receiving parenteral nutrition. Among the anthropometric measurements, upper arm circumference and calf circumference increased significantly in enteral nutrition group compared to parenteral nutrition group at the end of the follow-up (p=0,01, p<0,01). The baseline scores of patients with enteral feeding whose activity and performance status were evaluated with the Karnofsky Performance Scale, Palliative Performance Scale and Barthel Activity Index were better than the parenterally fed group (p <0.05). As a result of repeated evaluations while leaving the Palliative Care Service, improvement was observed in the performance scores of the enterally fed group, while deterioration was observed in the parenterally fed group (p <0.05 for all). When the symptom levels of the patients which were evaluated with the Edmonton Symptom Diagnostic Scale both at admission and upon leaving the Palliative Care Service, it was observed that enterally fed patients had milder initial symptoms compared to parenterally fed patients, and all symptoms regressed at the end of follow-up. However, there was a regression at only pain, fatigue, insomnia, feeling unwell and anorexia in parenterally fed patients. While there was no difference in mean stay at Palliative Care Service and infection frequency between enteral and parenterally fed patients, antibiotic use was longer in the parenterally fed patient group, and transfer to intensive care unit (74% versus 12%, p <0.05) and mortality (13% versus 4%, p <0.05) rates were found to be significantly higher. In the comparisons between the survivors (n=65) and the patients who died (n=38) based on the knowledge that all of the patients transferred to the intensive care unit died in the next period, the type of nurition, edema and pressure sores were found to be significantly different. While anemia and edema were prominent factors affecting survival in parenterally fed patients, high leukocyte count and presence of infection and pulmonary embolism were determined as factors affecting mortality in enterally fed patients. However, when the factors affecting mortality were evaluated with multiple regression analysis in all patients, only parenteral nutrition need (OR = 22.8 p <0.01), edema (OR = 3.6 p <0.05) and low Karnofsky Performance Score (OR = 0.9 p <0.05) stood out as independent factors predicting mortality. In conclusion, the data obtained from this study showed that among palliative care patients with malnutrition the patients who have lower activity and performance scores need more parenteral nutrition, and parenteral nutrition need, edema and poor performance status are independent determinants of mortality. Patients with malnutrition should be diagnosed early, enteral nutrition should be considered primarily, and the need for parenteral treatment should be prevented or delayed as much as possible. Considering that edema, which can develop as a result of malnutrition or due to comorbid diseases, negatively affects the survival of patients, and considering the possible effects of anemia and infection on morbidity and mortality, effective preventive measures and treatment of these conditions should be provided. There is a need for larger studies investigating the factors, especially the type of nutrition, that may affect mortality in palliative care patients with malnutrition