42 research outputs found

    Evaluation of agricultural mechanization level and agricultural machineries park in Turkey with multidimensional scaling : a case of Ege Region

    Get PDF
    Bu çalışmada Türkiye'de Ege Bölgesinde yer alan illerin tarımsal makine parkları ile tarımsal mekanizasyon düzeyleri incelenmiştir. İllerin tarımsal mekanizasyon düzeyini ortaya koyabilmek için 5 değişken ve makine parkı durumunu ortaya koyabilmek için 18 değişken Çok Boyutlu Ölçekleme Analizine tabi tutulmuştur. Çalışmada ikili ve üçlü konumlandırma yapılmış, tarımsal mekanizasyon düzeyi açısından ikili konumlandırmada Manisa'nın, üçlü konumlandırmada ise Aydın ilinin diğer illerden farklı bir konumda yer aldığı belirlenmiştir. Makine parkı açısından ise, ikili konumlandırmada Manisa, İzmir ve Aydın illerinin, üçlü konumlandırmada ise Aydın ve İzmir illerinin diğer illerden farklı bir konumda yer aldığı saptanmıştır.Agricultural machine parks and agricultural mechanization levels of Ege Region's provinces in Turkey were determined in this study. To reveal the level of agricultural mechanization, 5 variables and the position of the machine park 18 variables analyzed by Multidimensional Scaling. Dual and triple positioning have been done in this study. According to dual positioning Manisa and ternary positioning Aydın differs positioning from other provinces in terms of agricultural mechanization levels. According to dual positioning Manisa, İzmir and Aydın, ternary positioning Aydın and İzmir provinces differ positioning from other provinces in terms of machine park

    Ekstrakraniyal malign germ hücreli tümör tanılı hastaların klinik özellikleri ve tedavi sonuçları; 20 yıllık tek merkez deneyimi

    Get PDF
    Introduction: Germ cell tumors account for 2–3% of all pediatric tumors. The aim of this study was to evaluate the clinical features and treatment outcomes of pediatric patients treated and followed up for extragonadal MGCTs in our center. Materials and Methods: A total of 41 patients diagnosed with MGCTs in the pediatric oncology department of Akdeniz University between June 1999 and June 2019 were evaluated retrospectively. Results: Twenty-nine (71%) of the patients were girls and female dominance (p<0.001). The median age was 3.22 (0–18) years. The most patients in the ≤ 5year age group (p<0.001). Nineteen (44%) of the tumors were gonadal and 22 (54%) were extragonadal. The most common histolology of MGCTs were yolk sac tumor (36%), mixed GCTs (29%), immature teratoma (20%), and dysgerminoma (15%). Twenty-five (61%) patients presented with advanced stage disease and 37 patients (90%) were treated with chemotherapy. The patients with stage I testicular and stage I ovarian germ cell tumors underwent complete tumor resection followed by a watch-and-wait approach with alpha fetoprotein monitoring without chemotherapy. Of six patients with relapse/refractory disease, two patients survived. Two patients who underwent autologous stem cell transplantation showed complete response but later died due to infection. The median follow-up period of the patients was 34.9 (4–190.6) months and the 10-year overall and disease-free survival rates were 77.1±6.8% 77.1±6.8%. Two relapsed refractory patients who underwent autologous transplantation survived at a mean of 33.21 months. Conclusions: The clinical features and treatment outcomes of the patients in our study were consistent with the literature. The fact that most of our patients were symptomatic at presentation and had advanced stage disease when diagnosed highlights the importance of detailed evaluation and examination. Although good outcomes are achieved in patients with early stage disease, new treatment approaches are needed for patients with advanced and relapsing diseaseGiriş: Germ hücreli tümör tüm pediatrik tümörlerin %2-3’ünü oluşturur. Özellikle platin bazlı kemoterapi rejimlerinin uygulanmasından sonra sağ kalım oranları %85’lerden fazladır. Malign germ hücreli tümörler (MGHT) çocuklarda oldukça heterojen bir gruptur. Bu çalışma ile ekstrakraniyal MGHT tanılı hastalarımızın klinik özellikleri ve tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Akdeniz Üniversitesi Çocuk Onkoloji Kliniği’nde 1999 –2019 Haziran tarihleri arasında ekstrakraniyal MGHT tanısı alan 41 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Bulgular: Hastaların 29 (%71) `i kız olup K/E cinsiyet oranı: 1,75 olup anlamlı olarak kız cinsiyet hakimdi (p<0.001). Ortanca tanı yaşı 3,22 yıl (0-18 yaş) olup hastalar ağırlıklı olarak (%56 hasta) ≤ 5 yaş idi (p<0.001). Tümörlerin 19 (%44) `ü gonadal, 22 (%54) `ü ekstragonadal olup en sık ekstagonadal yerleşim yeri sakrokoksigeal bölge (%22) idi. Histolojik değerlendirmede sırasıyla yolk sak tümörü (%36), mikst GHT (%29), immatür teratom (%20) ve disgerminom (%15) saptandı. Hastaların 25 (%61)`i ileri evre hastalık ile başvurmuştu. Hastaların 37 (%90)’ına kemoterapi verildi. Evre I testis ve evre I over GHT hastalarında tümörün cerrahi olarak tam çıkartılmasının ardından αFP değerleri takip edilerek “bekle ve izle” yaklaşımı ile kemoterapi verilmedi. Tanı sonrası relaps refrakter hastalık ile seyreden 6 hastanın ikisi progresif hastalıktan kaybedildi. Otolog kök hücre nakli yapılan iki hastada nakil sonrası kür sağlanmasına rağmen enfeksiyon nedeni ile kaybedildi. Hastaların ortanca izlem süresi 34.9 ay (4-190,6 ay), 5 ve 10 yıllık genel ve hastalıksız yaşam oranları 81.9±6.3%, 81.9±6.3% ve 77.1±6.8% 77.1±6.8 ve %77,1±6,8 olarak bulundu. Nakil yapılan iki hastanın sağkalım süresi ortalama 33.21 ay olarak hesaplandı. Sonuç: Ekstrakraniyal MGHT`lerin tedavisinde, konservatif cerrahi, evre I hastalar için “bekle ve gör” yaklaşımı ve platin bazlı kemoterapi rejimleri ile başarılı sonuçlar alınmaktadır. İlk başvuruda hastaların yakınmalarının olmasına rağmen çoğu hastanın ileri evre hastalık ile başvurduğunun saptanması hekimlerin ayrıntılı değerlendirme ve muayenelerinin önemine dikkat çekmektedir. Erken evre hastalarda sonuçlar başarılı iken ileri evre ve relaps hastalarda yeni tedavi yaklaşımlarına ihtiyaç vardır

    Optimization of airflow inside the refrigerated semi-trailer

    No full text
    Klimatik kontrollü treyler dondurulmuş ürünlerin taşınmasında sıklıkla kullanılan kara yolu taşıtlarıdır. Genel itibariyle klimatik kontrollü bir treyler taşıyıcı şasi, izolasyonlu kabin ve soğutucu üniteden oluşur. Ürünlerin taşınması sırasında kabin içerisinde yetersiz veya aşırı dereceli bir soğutma yapılması durumunda taşınan ürünlerin kaliteleri ciddi oranda etkilenmektedir. Soğutma performansını etkileyen en önemli faktörler ise hava kanalları ve yükleme koşullarıdır. Bu çalışma kapsamında, treyler içerisindeki hava akışını iyileştirmek amacıyla iki farklı hava kanalı tasarımı yapılmış ve hava kanallarının içi boş kabindeki soğutma performansları hesaplamalı akışkanlar dinamiği analizleri ile karşılaştırılmıştır. Daha sonra kabin içerisine belirli bir seviyeye kadar yük doldurulmuş ve hava kanalının içi dolu kabindeki performansı standart araç ile karşılaştırılmıştır. Yapılan hesaplamalı akışkanlar dinamiği analizi sonuçlarının karşılaştırılması amacıyla gerçek araç testleri yapılmıştır. Test ve analizler kabin içi sıcaklık +30°C’den -20°C’ye inene kadar devam ettirilmiş ve geçen süreler karşılaştırılmıştır. Çalışma sonunda hava kanallarının kabin içi sıcaklığın homojen şekilde dağılmasına fayda sağladığı ve ortalama sıcaklığın -20 °C’ye düşme süresini ciddi oranda iyileştirdiği görülmüştür.Refrigerated semi-trailers are frequently used road vehicles for the transport of frozen products. Refrigerated semi-trailer is consists of a carrier chassis, insulated cab and refrigeration unit. During transportation of products, in case of the insufficient and excessive cold airflow around the goods, quality of the transported products are highly affected. Air distribution ducts and loading patterns are the most critical factors on the cooling performance of refrigerated semi-trailers. In the scope of this study, two different air ducts were designed in order to improve the airflow inside the empty trailer cab and the cooling performances of air ducts were compared with computational fluid dynamics analyzes. Then the load was filled up to a certain level in the cabin and the performance of the air duct in the filled cab was compared to the standard vehicle. Real scale vehicle tests have been performed to verify the accuracy of computational fluid dynamics analyzes. Tests and analyzes were continued until the temperature in the cabin decreased from + 30 ° C to -20 ° C and the elapsed times were compared. At the end of the study, it was found that the air ducts benefit the homogeneous distribution of the temperature inside the cabin and significantly improved the time of the average temperature to -20 ° C

    Intraoperative awareness

    No full text
    Genel anestezi altında uyanıklık, sık görülmeyen ancak, ciddi psikolojik sonuçları olabilen bir deneyimdir. Anestezi sırasında uyanıklık veya anımsama deneyimi yaşayan hastalar bu deneyimi sık olarak işitsel algılama, anksiyete, panik, yardım alamama, paralizi hissi ve anesteziste ağrı duyduğunu söyleyememe şeklinde tanımlamaktadır. Ağrı hissi ise oldukça enderdir. İntraoperatif uyanıklık yaşayan olguların bir kısmında daha sonra geceleri uyku bozukluğu, rüya ve kâbuslar, gündüzleri ise geçmişe dönük anımsamalar ve anksiyete yakınmaları olmaktadır. Çok küçük bir grupta ise anksiyete, irritabilite ve ölüm kaygısının eşlik ettiği posttravmatik stres sendromu gelişmektedir. Günümüzde genel anestezi altında uyanıklık sıklığının non-obstetrik ve non-kardiyak cerrahide % 0,1–0,2 olduğu kabul edilmektedir. Sezaryen, kardiyak cerrahi ve majör travma cerrahisi bu riski artırabilmektedir. Genel anesteziklerin düşük dozlarda kullanılması predispozan bir faktör olabileceği gibi; opiyoidler, benzodiyazepinler ve azot protoksitin tek başına ya da birlikte kullanıldığı olgularda bu oran daha yüksek olabilmektedir. Bu kombinasyonlara volatil anestezik ya da yeterli dozda tiyopental, etomidat ve propofol gibi potent intravenöz anesteziklerin eklenmesi ile intraoperatif uyanıklık riskinin azaltılmasının olası olabileceğini ileri süren çalışmacılar da bulunmaktadır. Bu makalede; erişkin olgularda intraoperatif uyanıklık gelişimi için risk faktörleri, intraoperatif uyanıklık gelişimini saptamaya yönelik yöntemler, uyanıklığı önleyecek ya da sıklığını azaltacak yaklaşımlar ile intraoperatif uyanıklık gelişen olguların yönetimi özetlenecektir.Awareness with recall after surgery under general anesthesia is an infrequent experience, but it may be associated with significant adverse psychological sequelae. The feelings of these patients are dominated by auditory perception, anxiety, panic, helplessness, sensations of being paralysed, and inability to tell the anesthesiologist about the perceived pain. Fortunately, the incidence of awareness with recall of severe pain is low. Most cases of awareness are inconsequential, but some patients may experience prolonged and unwanted outcomes, including nightmares, anxiety and daytime flashbacks. In a small proportion of these patients post-traumatic stress disorder associated with anxiety, irritability and fear from death might develop. Nowadays as many as one or two cases in every 1000 patients who receive general anesthesia for non-obstetric and non-cardiac surgery experience this outcome. Certain procedures are associated with increased risk, including cesarean section, cardiac surgery, and trauma surgery. While lower doses of general anesthetics can be predisposing factors, the incidence of awareness may be higher in patients requiring smaller doses of general anesthetics, and patients anesthetized with opioids, benzodiazepines, or nitrous oxide, given alone or in combination. In contrast, some researchers also suggested that addition of volatile anesthetics, as well as potent intravenous anesthetics such as, thiopental, etomidate and propofol in appropriate concentrations to these combinations might reduce the risk of intraoperative awareness. In this paper, risk factors, methods aiming at detection of risk factors for the emergence of intraoperative awareness, approaches for the prevention or reduction of the frequent occurrence of awareness, and the management of cases who manifested intraoperative awareness were summarized

    The Effect of Intravenous Dexmedetomidine on Spinal Block and Sedation

    No full text
    Amaç: Spinal anestezi ürolojik girişimlerde sık tercih edilen bir anestezi yöntemidir. Bazı hastalar spinal anestezi sırasında sedasyona ihtiyaç duyabilir. Çalışmamızda, levobupivakain ile yapılan spinal anestezi altında uygulanan intravenöz deksmedetomidinin motor ve duyusal blok ve sedasyon üzerine etkilerini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: Randomize ve çift kör çalışmamız ASA I-III, 18-75 yaş arası, transüretral cerrahi planlanan 50 hasta üzerinde yapıldı. Hastalar iki gruba ayrıldı ve tüm hastalara 12.5 mg % 0.5 levobupivakain ile spinal anestezi uygulandı. Grup D (n=25)'ye 1 µg/kg yükleme dozunu takiben 0.5 µg/kg/saat deksmedetomidin infüzyonu, Grup S(n=25)'ye ise aynı volüm ve hızda salin infüzyonu uygulandı. Hastaların sistolik, diyastolik ve ortalama arter basıncı, kalp hızı, periferik oksijen satürasyon değerleri, ağrı ve sedasyon skorları, motor ve duyusal blok süreleri, derlenme ve hasta konfor skorları ve yan etkiler kaydedildi. Bulgular: Maksimum blok düzeyine ulaşma süresi ve spinal anestezi süresi Grup D'de Grup S'e göre istatistiksel olarak anlamlı daha uzun bulundu. Ramsey Sedasyon Skoru değerleri intraoperatif 1. dakika haricinde ve postoperatif 10. ve 15. dakikalarda Grup D'de Grup S'e göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu. Yan etki sıklığı, derlenme ve hasta konforu değerleri gruplar arasında benzer bulundu. Sonuç: Spinal anestezi altında transüretral girişim yapılan hastalarda deksmedetomidin infüzyonunun motor blok süresini uzattığı, yan etki sıklığını arttırmadan etkin ve güvenli bir sedasyon sağladığı sonucuna varıldı.Purpose: Spinal anesthesia is often preferred anesthesia technique in urological surgery. Some patients may require sedation during spinal anesthesia. In our study, we aimed to investigate the effect of intravenous dexmedetomidine on sedation, motor and sensory blockade under spinal anesthesia with levobupivacaine. Material and Methods: Our randomised, double-blind study was applied to ASA I-III, 18-75 years old 50 patients scheduled for transurethral surgery. The patients were divided into two groups and spinal anesthesia with 5% levobupivacaine 12.5 mg was administered to all patients. Intravenous dexmedetomidine was received 1 mg/kg for loading dose before 0.5 mg/kg/hour infusion to Group D (n=25). Saline infusion was given to Group S (n=25) as the same volume and infusion rate of dexmedetomidine. Systolic, diastolic and mean arterial pressure, heart rate, peripheral oxygen saturation values, pain and sedation score, the level and duration of motor and sensorial block, recovery and patient comfort score and side effects were recorded. Results:Time to reach maximum block level and duration of spinal anesthesia were longer in Group D than Group S. Sedation scores were significantlyhigher in Group D than Group S intraoperatively (except 1th minute) and postoperatively 10th and 15th minutes. The incidence of side effects, postoperative recovery and patient comfortvalues were similar between the groups. Conclusion: We found that dexmedetomidine prolongs duration of motor block, provides safe and effective sedation without increasing the incidence of side effect in the patients under spinal anesthesia

    Comparison of different doses of remifentanil in brief surgical procedures

    No full text
    Çalışmamızda sedoanaljezi amacıyla, remifentanilin bolus ile devamlı infüzyon şeklindeki uygulamalarını analjezik etki ve güvenirlilik açısından karşılaştırmayı amaçladık. Fakülte etik kurul ve hasta onayı alındıktan sonra elektif meme veya koltukaltı lenf nodu biyopsisi uygulanacak 60 hasta çalışmaya alındı. Operasyon öncesi tüm hastalar periferik oksijen satürasyonu (SpO2), solunum sayısı (SS), sistolik ve diyastolik kan basıncı (SKB-DKB) ve kalp atım hızı (KAH) yönünden monitorize edildikten sonra, intravenöz 0.15 mg kg-1 midazolam ile premedike edildi. Hastalar rastgele 3 gruba ayrıldı. I. grupta remifentanil (30-60 saniyede) 1 mumug kg-1 bolus uygulamayı takiben gerektikçe 0.5 mumug kg-1 dozlarında bolus olarak uygulandı. II. grupta 1 mumug kg-1 remifentanil, bolus uygulamayı takiben 0.1 mumug kg-1 dk-1 devamlı infüzyon şeklinde uygulandı. III. grupta ise 1 mumug kg-1 remifentanil, bolus uygulamayı takiben 0.2 mumug kg-1 dk-1 infüzyon şeklinde uygulandı. Tüm hastalarda uygulama öncesi ve uygulamadan sonra 1, 5 ve 15. dakikalarda verbal ağrı skalası, hasta konforu, sedasyon düzeyleri, hemodinamik parametreler ve komplikasyonlar kaydedildi. Tüm gruplarda solunum hızı preoperatif kontrol değerlere göre 1. ve 5. dakikalarda istatistiksel olarak önemli derecede düşük olmasına karşın kalp atım hızı yalnızca 1. dakikada düşük bulundu (p<0.05). Gruplar arasında SKB, DKB ve SpO2 değerlerinin istatistiksel fark göstermediği saptandı. III. grupta hasta konforu ve analjezi düzeyinin en iyi olduğu, buna karşılık sedasyon skoru ve apne sıklığının I. ve II. gruba oranla uygulama süresince daha yüksek olduğu tespit edildi (p<0.05). Sonuç olarak sedoanaljezide lokal anestezi uygulamadan remifentanilin hem bolus hem de devamlı infüzyon şeklindeki uygulamalarının ağrı kontrolünde etkili olduğu, ancak yüksek dozlarda (0.2 mumug kg-1 dk-1) solunum depresyonuna neden olabileceği kanısına varıldı.This study was designed to compare the safety and analgesic effectiveness of remifentanil when administered as intermittent bolus injections or a single bolus injection followed by two different dosages of continuous infusion during brief painful procedures. Sixty adult patients undergoing breast or lymph node biopsy were premedicated with intravenous 0.15 mg kg-1 midazolam following haemodynamic and respiratory monitoring Patients were randomly assigned to one of the three modes of remifentanil administration. Group I received 1 mumug kg-1 bolus of remifentanil at 30-60 seconds followed by intermittent 0.5 mumug kg-1 bolus of remifentanil as needed. Group II received 1 mumug kg-1 bolus of remifentanil followed by a continuous infusion of remifentanil at a rate 0.1 mumug kg-1 min-1 Group III received 1 mumug kg-1 bolus of remifentanil followed by a continuous infusion of remifentanil at a rate 0.2 mumug kg-1 min-1 Discomfort, pain, sedation scores, haemodynamic variables and complications were recorded at pretreatment and 1, 5 and 15 minutes after administration. In all groups, respiratory rate was significantly lower than preoperative control values at 1 and 5 min (<0.05), whereas heart rate was only lower at 1 min (<0.05) There were no differences in oxygen saturation and blood pressure (systolic-diastolic) among the groups. Patient comfort and VAS were superior in the 0.2 mumug kg-1 min-1 remifentanil group (<0.05) whereas sedation scores and incidence of O2 desaturation were higher than group I and II during the procedures (<0.05). Both bolus injections and continuous infusions of remifentanil provided effective analgesia for pain control during brief surgical procedures without using local anaesthetic but was complicated by a high incidence of O2 desaturation at higher doses of 0.2 mumug kg-1 min-

    TOTAL ABDOM‹NAL H‹STEREKTOM‹ HASTALARINDA FARKLI ‹K‹ DOZDA KULLANILAN ‹NTRAVENÖZ MORF‹N‹N DESFLURAN TÜKET‹M‹ ÜZER‹NE ETK‹S‹N‹N KARfiILAfiTIRILMASI

    No full text
    Amaç: Bu çalıflma abdominal histerektomi ameliyatlarında, anestezi indüksiyonunda iki farklı dozda intravenöz olarak kullanılan morfinin desfluran tüketimi, ekstübasyon ve derlenme süreleri, hemodinamik değiflkenler ve postoperati f analjezik ihtiyacı üzerine etkilerini değerlendirmek amacıyla planlandı. Yöntem: Elekti f abdominal histerektomi yapılması planlanan 90 hasta randomize olarak 3 gruba ayrıldı. Anestezi indüksiyonunu takiben Grup S’ye (n=30) 10 mL salin, Grup M1’e (n=30) 0.1 mg kg-1 morfin, Grup M2’ye (n=30) 0.2 mg kg-1 morfin 10 mL volüm içerisinde intravenöz olarak verildi. Anestezi idamesi için % 33 O2 ve % 67 N2 O içerisinde %6 konsantrasyonda desfluran kullanıldı. Anestezi derinliği Bispektral indeks (BIS) monitörizasyonu ile izlendi. BIS değerleri 40-60 arasında tutulacak flekilde desfluran konsantrasyonları %1’lik oranda değifltirildi. Desfluran konsantrasyonu ve tüketimi, ekstübasyon ve derlenme süreleri, hemodinamik değiflkenler, postoperati f ağrı skorları ve ek anal jezik ihtiyacı kaydedildi. Bulgular: Salin grubu ile karflılafltırıldığında BIS değerlerinin, morfin uygulanan iki grupta da istatistiksel olarak daha düflük olduğu belirlendi (p<0.001). Desfluran tüketimi her iki morfin grubunda istatistiksel olarak daha düflüktü (Grup S’de 72.75 mL, Grup M1’de 48.22 mL ve Grup M2 15.53 mL) (p<0.01). Ekstübasyon sürelerinin benzer, derlenme sürelerinin ise morfin gruplarında istatistiksel olarak daha uzun olduğu görüldü (p<0.001). Ortalama arter basıncı ve kalp hızı değerleri Grup S’de diğer iki gruba göre yüksek seyretti (p< 0.01). Postoperati f ek anal jezik ihtiyacının Grup S’de diğer iki gruba göre daha fazla olduğu (p<0.01), düflük doz morfin uygulanan gruptaki ek analjezik ihtiyacının da yüksek doz morfin uygulanan gruba kıyasla daha fazla olduğu saptandı (p<0.01). Sonuç: Çalıflmamızda, total abdominal histerektomi uygulanan olgularda anestezi indüksiyonunda iki farklı dozda kullanılan intravenöz morfinin, desfluran tüketimini istatistiksel olarak önemli miktarda azalttığı, ekstübasyon sürelerini değifltirmeden derlenme sürelerini uzattığı, daha stabil bir hemodinami ile etkin bir postoperati f analjezi sağladığı saptandıObjective: This study evaluates the effects of two di fferent doses of morphine used at anesthesia induction on desflurane consumption, extubation and recovery times, hemodynamic variables and postoperative analgesic requirements during abdominal hysterectomy. Method: Ninety patients, scheduled for elective abdominal hysterectomy were randomly allocated into three groups. After induction of anesthesia, patients in Group S (n=30) received 10 mL saline, Group M1 (n=30) received 0.1 mg kg-1 morphine and Group M2 (n=30) received 0.2 mg kg-1 morphine in 10 mL volume intravenously. Anesthesia was maintained with desflurane 6% in a mixture of 33% oxygen and 67% nitrous oxide. The depth of anesthesia was monitorized with Bispectral Index (BIS). BIS levels were kept within 40-60 by changing the concentration of desflurane by 1%. Desflurane concentrations and consumption, time to extubation and recovery, hemodynamic variables, postoperative pain scores and supplement analgesic consumption were recorded. Results: Compared with saline group, BIS values were signi ficantly lower in the both morphine groups (<0.001). Desflurane consumption was signi ficantly lower in both morphine groups (72.75 mL in Group S, 48.22 mL in Group M1 and 15.53 mL in Group M2), (<0.01). The extubation times were similar but recovery times were longer in the morphine groups (<0.001). Mean arterial pressure, heart rate variables were higher in Group S than the other groups (<0.01). Postoperative analgesic requirements were higher in Group S than in morphine groups (<0.01), while more supplemental analgesic were required in the low dose morphine group than in high dose morphine group (<0.01). Conclusion: In this study, it was concluded that two di fferent doses of intravenous morphine used at anesthesia induction signi ficantly decreased the consumption of desflurane with increased time to recovery without changing time to extubation, and provided effective analgesia with stable hemodynamics in patients undergoing total abdominal hysterectomy

    Comparison of cisatracurium and atracurium-induced neuromuscular block during desflurane and sevoflurane anaesthesia

    No full text
    Çalışmamızda desfluran ve sevofluran anestezisi sırasında sisatrakuryumun oluşturduğu nöromüsküler bloğun atrakuryumun oluşturduğu nöromüsküler blok ile karşılaştırılması amaçlandı. Fakültemiz etik kurul onayı alınarak elektif ortopedi, plastik veya laparaskopik cerrahi uygulanan 80 erişkin olgu çalışma kapsamına alındı. Anestezi indüksiyonu, tüm olgularda inlravenöz IV 5 mg/kg tiyopenton sodyum, idamesi ise % 4-6 desfluran + % 66 N2O + % 34 O2 veya % 1-2 sevofluran + % 66 N2O + % 34 O2 ile sağlandı. Olgular rasgele 4 eşit gruba ayrıldı. Grup I'de desfluran+atrakuryum (0.5 mg/kg) (Grup DA), grup II'de desfluran+sisatrakuryum (0.1 mg/kg) (Grup DS), grup lll'de sevofluran+atrakuryum (0.5 mg/kg) (Grup SA) ve grup IV'de ise sevofluran+sisatrakuryum (0.1 mg/kg) (Grup SS) uygulandı. Nöromüsküler bloğa ait etkinin başlama zamanı (T95), maksimum etki süresi, (Tmax), klinik etki süresi (T25), derlenme indeksi (T75-T25) ve spontan derlenme süreleri (T4/T1= % 70) ölçülerek kaydedildi. Sisatrakuryumun uygulandığı gruplarda T95 süresinin grup SS'de grup DS'ye göre uzun (p=0.046), T25 ve T4/T1 = % 70 sürelerinin ise kısa olduğu belirlendi (p=0.006 ve p=0.011). Atraküryumun uygulandığı gruplarda T95 ve T max sürelerinin grup SA'da grup DA'ya göre uzun (p=0.018 ve p=0.019), T25 ve T4/T1 = % 70 sürelerinin ise kısa olduğu belirlendi (p=0.00 vep=0.00). Sonuç olarak gerek desfluran gerekse sevofluran anestezisinde, sisatrakuryumun oluşturduğu nöromüsküler bloğa ait etki başlama ve maksimum etki sürelerinin atrakuryuma göre daha uzun olduğu, sevofluran anestezisi uygulanan olgulara kıyasla desfluran anestezisi uygulanan olgularda sisatrakuryum ve atrakuryumun etki başlama sürelerinin daha kısa, klinik etki sürelerinin ise daha uzun olduğu kanısına varıldı.In this study, cisatracurium-induced and atracurium-induced neuromuscular blocks were compared during desflurane and sevoflurane anaesthesia. Following faculty ethic committee approval, 80 adult patients undergoing elective orthopaedic, laparascopic or plastic surgery were accepted to study. Anaesthesia was induced with thiopentone sodium (5 mg/kg) and maintained either with 4-6 % desflurane or 1.5-2 % sevoflurane in a mixture of 66 % nitrous oxide and 34 % oxygen in all patients. The patients were assigned randomly four groups. To group I desflurane+atracurium (0.5 mg/kg) (Group DA), to group II desflurane+cisatracurium (0.1 mg/kg) (Group DS), to group III sevofliirane+atracurium (0.5 mg/kg) (Group SA), and to group IV sevoflurane+cisatracurium (0.1 mg/kg) (Group SC) were applied. The onset time (T95), onset maximum block (Tmax), clinical duration (T25 ), recovery index (T75-T25), spontaneous recovery time (T4/T1=% 70) and endotracheal intubation conditions were assessed. In cisatracurium groups; T95 values were found shorter (p=0.046) in group DS than in group SC whereas T25 and T4/T1 =% 70 values were found longer (p=0.06 and p=0.011). In atracurium groups; T95 and Tmax values were found shorter (p=0.018 and p=0.019) in group DA than in group SA whereas T25$ and T4/T1=% 70 values were found longer (p=0.00 and p=0.00). In conclusion; onset of action and onset of maximum block was longer in cisatracurium groups than atracurium groups during desflurane and sevoflurane anaesthesia. The onset of action of cisatracurium and atracurium was shorter with desflurane than did sevoflurane whereas clinical duration of action was longer

    Joubert Sendromlu Hastanın Skolyoz Cerrahisinde Anestezi Yönetimi: Olgu Sunumu

    No full text
    Joubert Sendromu, hipotoni, anormal solunum paterni ve göz hareketleri, ataksi, psikomotor gelişme geriliği gibi nörolojik bulgularla karakterize, otozomal resesif geçişli nadir görülen nörolojik bir hastalıktır. Kranial magnetik rezonans görüntülemede serebellar vermis hipoplazisinin neden olduğu molar diş görüntüsü nöroradyolojik tanı kriteridir. Hastalarda erken gelişme dönemindeki hipotoni nedeni ile skolyoz sıklıkla görülür. Bu yazıda Joubert sendromlu bir hastada skolyoz düzeltme operasyonu sırasında anestezi yönetimimiz sunulmaktadır
    corecore