22 research outputs found
Pregnancy and hereditary thrombophilia
Gebelikte ortaya çıkan venöz tromboembolizm (VTE) maternal mortalite ve morbiditeyi arttıran en önemli
faktörlerden birisidir. Gebelikle ilişkili VTE geçiren kadınların 2/3'ünde edinsel ve %30-50'sinde kalıtsal
trombofilik risk faktörü saptanmıştır. Gebelikte kalıtsal olarak ortaya çıkan en sık kalıtsal trombofili nedenleri
faktör-VLeiden (FV-L), protrombin G20210Ave metilentetrahidrofolat redüktaz gen mutasyonlarıdır. Kalıtsal
trombofilili gebelerde VTE yanı sıra plasental vasküler zedelenme, infarktüs ve fibrinoid nekroz nedeniyle
ablatio plasenta, yineleyen gebelik kayıpları, intrauterin fetal ölümler, intrauterin fetal gelişme
gerilikleri(İUFGG) ve preeklampsi görülmektedir.
Gebelikte kalıtsal trombofili tarama testleri gebelik ya da puerperiumile ilişkili VTE, birinci, ikinci trimestirde
ortaya çıkan yineleyen gebelik kaybı ve intrauterin fetal ölümolgularında gereklidir.Ancak şiddetli preeklampsi,
İUFGG, ablatio placenta gibi gebelik komplikasyonlarında da önerilebilir. Bu testler özellikle doğumdan 3 ay
sonra yapılmalıdır.
Gebelikte ortaya çıkan akut VTE tedavisinde unfraksiyone heparin (UFH) ya da düşük molekül ağırlıklı
heparinler (DMAH) kullanılmalıdır. Her iki heparin de plasentaya geçmediği için gebelikte güvenlidir. En az
UFHkadar etkili olanDMAH'in biyo yararlılığı daha fazla ve yan etkileri daha azdır.
Gebelikte VTE rekürrensi%1-13 arasındadır. Antitrombin eksikliği ve VTE öyküsü olan tüm kalıtsal trombofilili
gebeler yüksek riskte kabul edilmekte ve agressif olarak antikoagulan proflaksisi önerilmektedir. VTE öyküsü
olmayan heterozigot Protein C eksikliği, homozigot FV-L ve protrombin gen mutasyonlu ve AT eksikliği
dışındaki kombine trombofilili gebeler ise orta risk gurubunda olup tromboproflaksi yapılmalıdır. Heterozigot
PS eksikliği, FV-L, protrombin gen mutasyonları bulunan gebeler ise düşük risk altında olup tromboproflaksi
önerilmemektedir.Ancak tromboz için ek bir risk faktörü bulunan, yineleyen bebek kaybı, intrauterin fetal ölüm,
şiddetli preeklampsi, İUFGG gibi komplikasyon gelişen, dört saatten uzun sürecek uçak yolculuğuna çıkacak
kalıtsal trombofilili gebelerde de tromboproflaksi yapılmalıdır. Tromboproflaksi DMAH ile gebelik boyunca ve
doğumdan sonraki ilk altı hafta süresince uygulanmalıdır.Pregnancy-related venous thromboembolism (VTE) is one of the risk factors that increase maternal mortality and morbidity. Acquired and congenital thrombophilic risk factors were detected in 2/3 and 30-50% of women with VTE related pregnancy, respectively. The most common causes of pregnancy related VTE are factor-V Leiden (FV-L), prothrombin G20210A and methylenetetrahyrofolate reductase (MTHFR) gene mutations. In pregnant women with hereditary thrombophilia, both VTE and adverse pregnancy outcomes including pregnancy loss, placental abruption and intrauterine growth retardation (IUGR) can be seen.
Screening tests for hereditary thrombophilia should be done in VTE related to pregnancy or puerperium , recurrent pregnancy loss in the first and second trimester and intrauterine fetal death. Additionally, these screening tests should also be recommended in pregnancy related complications such as severe preeclampsia, IUGR and placental abruption. These tests should be done especially after three months of pregnancy.
Both low molecular weight heparin (LMWH) and unfractionated heparin are the choice of treatment in pregnancy-related VTE. These heparins do not penetrate placenta, so they are safe. Recurrence of VTE in pregnancy is 1-13 %. The pregnant women who have antithrombin deficiency and history of VTE with all types of congenital thrombophilia are accepted to be in high-risk group and aggressive thromboprophylaxis should be done in these subjects. Pregnant women who had no history of VTE with heterozygote protein C deficiency and homozygote FV-L and prothrombin gene mutations and combined thrombophilia excluding antithrombin deficiency are in moderate group and thromboprophylaxis should also be done. Heterozygote protein S deficiency, FV-L, prothrombin gene mutations are in low-risk for VTE, so that thromboprophylaxis should not be recommended. However, thromboprophylaxis should be performed in severe preeclampsia, recurrent pregnancy loss, intrauterine fetal death and IUGR and also air travels more than four hours. Thromboprophylaxis with LMWH should be done during the pregnancy and the first six weeks following labor there after
A case of thrombocytopenia developing during the course of haemophilius influenza pneumonia
Sistemik infeksiyöz hastalıkların seyri sırasında trombositopeni gelişimi oluşabilir.Hemofilus influenza'ya bağlı
solunum yolu enfeksiyonu seyrinde trombositopeni gelişimi rapor edilmemiştir. Burada Hemofilus influenza
pnömonisi seyrinde gözlenen ve pnömoni için uygulanan antibiyotik tedavisine cevap veren trombositopenili bir
olgusunulmaktadır.Thrombocytopenia may develop during the course of systemic infection. Thrombocytopenia development has
not been reported in course of respiratory infections due to Haemophilius influenza. We present a case of
thrombocytopenia seen in course of Haemophilius influenza pneumonia and its respond to the antibiotic
treatment of pneumonia
Monoclonal gammapathy of undetermined significence due to chronic osteomiyelitis ( a case report )
Ayağındaki osteomiyelit nedeni ile dört kez operasyon geçiren ve 3 yıl süre antitüberküloz ilaç kullanan bir
hastada monoklonal gamopati saptandı. Klinik ve laboratuar özellikleri ile önemi bilinmeyen monoklonal gamopati
(ÖBMG) ile uyumlu idi. Bu yazıda kronik osteomiyelit sonrası ortaya çıkan bir ÖBMG olgusu sunulmaktadır.Monoclonal gammapathy was detected in a patient who had been operated four times for osteomiyelitis in her
foot and had taken antituberculoid drugs for three years. Her clinical and laboratory findings corresponded with
monoclonal gammapathy of undetermined significance (MGUS). In this articile, a case with MGUS due to
chronic osteomyelitis was reported
Losartanın yeni tanı hipertansiyon hastalarının hematolojik parametrelerine ve trombosit agregasyonuna etkisi
Objective: Hypertension is associated with increased platelet function. Some
antihypertensive drugs have antiplatelet activity. In this study, we aimed to
investigate the effects of losartan on platelet aggregation induced by adenosine
diphosphate (ADP), collagen, epinephrine, ristocetin, other hematological and,
inflammatory parameters.
Materials and Methods: Twenty-five patients (19 female, 6 male; mean age: 54±8
years) with newly diagnosed hypertension were included in the study. All patients
were with stage 1-2 essential hypertension according to the seventh report of
the Joint National Committee on prevention, detection, evaluation, and treatment
of high blood pressure. Initial blood pressure measurement was performed in
all patients and losartan 100 mg/daily together with life style changes, such as
diet and exercise was started. Platelet aggregation was evaluated with the use of
ristocetin, epinephrine, collagen, and ADP. Complete blood count was also done.
Platelet aggregation tests and blood pressure measurements were repeated after 8
weeks of therapy.
Results: Systolic and diastolic blood pressure significantly decreased with losartan
after 8 weeks (p<0.001). After treatment, there was no significant difference in
platelet aggregation with ADP, collagen, and epinephrine (p>0.05). The aggregation
with ristocetin significantly decreased (p=0.027). Besides, significantly lower
hemoglobin and hematocrit levels were observed (p=0.034, p=0.039, respectively).
Conclusion: Losartan may produce independent activities apart from its
antihypertensive effects by providing significant reductions in platelet aggregation
with ristocetin, and in hematocrit levels with hemoglobin. Therefore, it may be
beneficial in the prevention of atherosclerosis and thrombosis.Amaç: Hipertansiyon artmış trombosit fonksiyonu ile ilişkilidir. Bazı antihipertansif
ilaçların anti-trombosit aktiviteleri vardır. Biz bu çalışmada, losartanın adenozin difosfat
(ADP), kollajen, epinefrin, ristosetin ile trombosit agregasyonuna, diğer hematolojik ve
enflamatuvar parametreler üzerine etkilerinin araştırılmasını amaçladık.Gereç ve Yöntem: Çalışmaya yeni tanı hipertansiyonlu ortalama yaşı 54±8 yıl olan 19’u kadın, 6’sı erkek 25 hasta alındı. Yüksek
kan basıncını önleme, saptama, değerlendirme ve tedavi üzerine Birleşik Komite’nin yedinci raporuna göre tüm hastaların, evre 1-2
esansiyel hipertansiyon tanısı mevcuttu. Başlangıç kan basınçları ölçüldü ve her bir hastaya diyet, egzersiz gibi yaşam tarzı değişikliği
ile birlikte losartan 100 mg/gün tedavisi başlandı. Tedavi öncesi ristosetin, epinefrin, kollagen ve ADP ile trombosit agregasyonu
değerlendirildi. Ayrıca tam kan sayımları ölçüldü. Trombosit agregasyon testleri ve kan basıncı ölçümleri tedaviden 8 hafta sonra
tekrar değerlendirildi.
Bulgular: Losartan ile 8 haftanın sonunda sistolik ve diyastolik kan basıncında anlamlı düşüş saptandı (p<0,001). Tedavi sonrası, ADP,
kollajen ve epinefrin seviyeleri ile trombosit agregasyonunda anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). Ristosetin ile agregasyon önemli
ölçüde azaldı (p=0,027). Aynı zamanda, önemli ölçüde düşük hemoglobin ve hematokrit seviyeleri gözlemlendi (p=0,034 ve 0,039,
sırasıyla).
Sonuç: Losartan, hemoglobin ile hematokrit seviyelerinde ve ristosetinle trombosit agregasyonunda önemli ölçüde düşüş sağlayarak
antihipertansif etkisinden bağımsız aktiviteler ortaya koyabilir. Bu sayede aterosklerozun ve trombozun önlenmesinde faydalı olabilir
Asymptomatic lung ınvolvement ın eosinophilic granuloma ( case report )
Eozinofilik granulom nadir görülen Langerhans hücreli histiositozdur. Akciğer, lenf bezleri, kemik, göz, deri ve
hipotalamus etkilenebilir. Akciğer tutulumu olan hastaların %20 'si asemptomatiktir. Bu yazıda başağrısı ile
başvuran eozinofilik granulomlu bir hastada asemptomatik akciğer tutulumu sunulmaktadır.Eosinophilic granuloma is rarely seen form of Langerhans cell histicytosis. Lungs, lymph nodes, bones, eyes and hypothalamus may be involved. 20% of the patients with lung involvement are asymptomatic. In this article, asymptomatic lung involvement in a patient with eosinophilic granuloma who was admitted with headache is presented
Lipid Peroxidation In Patients With Multipl Myeloma
Multipl myelomlu hastalarda lipid peroksidasyonunun aktivitesini belirlemek için ön çalışma olarak
serum malondialdehit (MDA) düzeyinin ölçülmesi esasına dayanmaktadır.
On iki multipl myelomlu hasta ve onbeş sağlıklı kontrol gurubunda açlık venöz kan örneklerinden elde
edilen serum örnekleri analiz edilene dek -20 C° de donduruldu.Tümörnekler oda sıcaklığında ısıtıldı. MDA'nın
asidik ortamda tiyobarbutirik asitle oluşturduğu renk şiddeti 532 nm dalga boyunda spektrofotometrede
okunması ile yapıldı.
Multipl myelomlu hastalarda serumMDAdüzeyleri ortalama 1.51 0.16 nmol/ml, kontrol gurubunda
ise 0.97 0.11nmol/ml (p:0.0321) olarak bulundu. MDA düzeyi ile yaş, cins, paraprotein ve hafif zincir tipi,
hemoglobin düzeyi arasında ilişki yoktu (p>0.05).
Serum MDAdüzeyi multipl myelomlu hastalarda kontrol gurubuna göre yüksek saptandı (p<0.05). Elde
edilen sonuçlar ön değerlendirme niteliğinde olup multipl myelomlu hastalarda artmış oksidatif stresi işaret
etmektedir.We investigated the malondialdehyde (MDA) levels as a parameter of lipid peroxidation in
patients with multiple myeloma as a preliminary report.
Fasting venous blood samples were drawn in 12 patients with multiple myeloma and 15
healthy persons. Serum was separated and frozen at -20 C°. All samples were thawed at room temperature and
MDA levels were measured by the method in which MDA reacted with thiobarbituric acid and produced a
colored complex. This colored complex was read by optic scale at 532 wavelength .
MDAlevels were 1.51 0.16 nmol/ml in patients with multiple myeloma and 0.97 0.11 nmol/ml in the
control group (P<0.05). We didn't observe a significant relationship between the concentration of MDA and
age, sex, paraprotein level, light chain type and hemoglobin levels (p>0.05).
Plasma MDA levels were found to be higher in multiple myeloma in comparison to control group
(p<0.05). These results are a preliminary report and the higher plasma MDA levels could be an indicator of
increased oxidative stress in multiple myeloma
A reason for high liver function test results: celiac disease
Çölyak hastalığı (ÇH) çevresel faktörün (gliadin) oluşturduğu bilinen tek otoimmun bozukluktur. Son yıllarda
olguların %40'ında transaminaz yüksekliklerinin görülebileceği bildirilmektedir. On yedi yasında bayan olgu 5
yıldır olan halsizliğinin son 6 aydır artması şikayeti ile başvurdu. Diyare ve dispeptik yakınmalar tariflemiyordu.
Muayene, solukluk dışında normaldi. ALP: 1026 IU/L (kemik kaynaklı),AST: 50 IU/L,ALT: 71 IU/L, GGT: 52
IU/L, total bilirubin 1.93 mg/dL, direkt bilirubin 1,34 mg/dL, Anti HBs, HBsAg, Anti HCV, HAV Ig M negatif,
hemoglobin: 7.7 gr/dl, ferritin: 2.92 ng/ml idi. Magnetik rezonans görüntüleme ile kolanjiopankreotikografisi
normal, DEXA vertebral ölçümde T skoru: -5, Z skoru: -4.7 idi. Endomisial antikor (EMA) Ig A, anti Gliadin
antikor IgA>200 RU/ml (>50 pozitif) veAnti-Gliadin antikor IgG 61.5 RU/ml pozitifti. Karaciğer biyopsisisinde
parankimde fokal spoty nekroz ve kolestaz bulguları vardı. Endoskopik duodenal biyosisinde villuslarda atrofi,
yüzey epitelyimunda yoğun intraepitelyal lenfosit varlığı, immunhisto kimyasal boyamada intraepitelyal
lenfositlerin CD3 ve CD8 ile diffüz boyandıgı, CD4 ve CD20 ile az sayıda lenfositin pozitif boyandığı gözlendi.
Bulgular ÇH modifiye Marsh klasifikasyonuna göre Tip 3B ile uyumluydu. Olguya biyopsi ve antikor
değerlendirmesi ile ÇH tanısı kondu. Glutensiz diyet başlandı. Tedavinin birinci ayında ALP (büyüme çağında
olgu) yüksekliği dışında AST,ALT, GGT, bilirubin değerleri normal sınırlarda saptandı. Sonuç olarak karaciğer
fonksiyon testi yüksekliğinin ayırıcı tanısında diyare olmasa da ÇH düşünülmelidir.Celiac disease (CD) is the only autoimmune disorder caused by an environmental factor (gliadin). Recently it has been reported that transaminase increase was seen in 40% of the cases.A17 years old female patient was admitted for increased weakness in the last 6 months, which she has been complaining for 5 years. She didn't have diarrhea or dyspepsia. Except paleness, her examination was normal. Biochemical test results were as follows;ALP:1026 IU/L (originating from bone), AST:50 IU/L, ALT:71 IU/L, GGT:52 IU/L, total bilirubin: 1.93mg/L, direct bilirubin:1.34 mg/dL, Anti-HBs, HbsAg,Anti HCV,HAVIgM were negative, hemoglobin: 7.7g/dL, and ferritin: 2.92 ng/ml. Cholangiopancreaticography with magnetic resonance imaging was resulted normal. In DEXA, vertebral measurement T score was -5 and Z score was -4.7. Endomysial autoantibody (EMA) IgA, anti gliadin antibody IgA>200 RU/ml (>50 positive), and anti gliadin antibody IgG 61.5 RU/ml were positive. Liver biopsy showed focal spotty necrosis and cholestasis in parenchyma. Endoscopic duodenal biopsy showed villous atrophy, intense intraepithelial lymphocytes in surface epithelium. Intraepithelial lymphocytes were dyed diffusely with CD3 and CD8 in immunohistochemical staining but few were dyed positively with CD4 and CD20. Findings were in agreement with type 3B according to modified Marsh classification for CD. She was diagnosed with CD according to biopsy and antibody evaluation.Agluten free diet was started. In the first month of treatment except ALP increase (she was in puberty), AST, ALT, GGT, bilirubin values were normal. In conclusion, even if no diarrhea,CDmust be thought in differential diagnosis of increased liver function tests
The prevalence of asymptomatic cholelithiasis in type-II diabetes mellitus
Amaç: Tip II diabette asemptomatik kolelitiazis sıklığını araştırmaktır.
Yöntem: 35 yaş üzerindeki 100 ü kadın, 38 i erkek 138 tip-II diabetli hastaya batın ultrasonografisi yapıldı.
Kontrol grubu olarak 35 yaş üzerindeki 190 kadın ve 80 erkek toplam 270 kişi alındı.
Bulgular: Hastaların 17 sinde (% 12.3) ve kontrol grubunun 28 inde (% 10.3) kolelitiazis saptandı. Bu oranlar
istatistiksel olarak farklı değildi (p>0,05). Kadın hastaların % 13 ünde ve erkek hastaların % 10.5 inde kolelitiazis
vardı. Kontrol grubunda ise bu oranlar % 11 ve 8.75 idi. Her iki grubta da bu oranlar istatistiksel olarak farklı
bulunmadı (p>0,05).
Sonuç: Tip-II diabette asemptomatik kolelitiazis sıklığı sağlıklı bireylerden farklı bulunmadı.Objective: To evaluate the prevalence of asymptomatic cholelithiasis in type-II diabetes.
Method: Abdominal ultrasonography was performed on 138 patients with type-II diabetes (100 women and
38 men) over 35 years old 270 people (190 women and 80 men) over 35 years old were examined as the control
group.
Results: 17 of the patients (12.3 %) and 28 controls (10.3 %) had cholelithiasis. These rates weren t statistically
different (p>0.05). 13 % of female patients and 10.5 % of men patients were found that they had
cholelithiasis. These rates were 11 % and 8.75 % in the control group . There was no statistically significant
difference between these groups either (p > 0.05).
Conclusion: The prevalance of asymptomatic cholelithiasis in type-II diabetes was not different than that of
healthy persons
High dose methylprednisolone treatment of transfusion related acute lung ınjury: case report
Transfüzyonla ilgili akut akciğer hasarı plazma içeren kan ürünlerinin transfüzyonu sonrası görülebilmektedir. Bu
yazımızda kronik idiopatik trombositopenisi olan bayan hastada taze kan transfüzyonunu takiben oluşan akut
akciğer hasarında yüksek doz intravenöz metilprednizolon (YDıVMP) kullanılımını rapor etmekteyiz.Transfusion related acute lung injury has been known to appear following transfusion of plasma including blood
components. In this report, we present a patient with acute lung injury after whole blood transfusion who was
successfully treated with high dose intravenous methylprednisolone (HDIVMP)