6 research outputs found

    Trends of sensitization to aeroallergens in patients with allergic rhinitis and asthma in the city of Bursa, South Marmara Sea Region of Turkey

    Get PDF
    Background/aim: Allergic rhinitis (AR) and asthma are the most common allergic disorders worldwide. Aeroallergens are critical causative factors in the pathogenesis of these disorders and sensitization to aeroallergens differs in various countries and regions. Identification of the most common aeroallergen sensitization is crucial in the diagnosis and management of AR and asthma. We examined the distribution of aeroallergen sensitizations detected by skin prick tests (SPTs) in adult patients with AR and/or asthma in the city of Bursa. Materials and methods: Five hundred forty-five patients who underwent a SPT and were diagnosed with rhinitis and/or asthma in the Uludag University Faculty of Medicine's Department of Immunology and Allergic Diseases Outpatient Clinic from March 2018 to August 2018 were retrospectively evaluated. SPTs with standard extracts including house dust mites, pollens, molds, animal dander, and latex were performed for patients. Results: A total of 545 patients were included and most of the patients (270; 49.5%) were between 30 and 49 years of age. The prevalence of atopy was 57.9%. The most common aeroallergens detected in SPTs were Dermatophagoides farinae (50%) and D. pteronyssinus (44%), followed by grass-rye mix (43%), grass mix (38.6%), olive (33.2%), and wheat (32.3%). The sensitization to olive pollen was higher in cases of mild asthma (52%), while sensitization to D. farinae was higher in patients with mild and moderate asthma (54.5%, 54.2%) (P < 0.05). Conclusions: Our study revealed that house dust mite was the most common sensitizing aeroallergen in patients with AR and asthma while pollens were the most common allergen in patients with only AR. The sensitization to grass and olive pollen was higher in cases of mild asthma than moderate and severe. Regional allergy panels may provide important clinical clues for characteristics and courses of allergic diseases

    Determination of factors affecting the aggregate stability in wheat cultivated field

    Get PDF
    Agregat stabilitesi değeri; toprakların yapısal gelişiminde etkili olan bir indikatördür. Topraklar yapısal olarak farklılıklar göstermektedir ve bu yapısal farklılıklar çeşitli faktörler ile uyarılmaktadır. Toprak kil çeşitliliği ve miktarları, CaCO3 içerikleri, katyon değişim kapasitesi, kolloidal demir ve alüminyum oksitler, mikroorganizmalar, ıslanma-kuruma, donma-çözülme ve toprak işleme, toprak yapısının oluşmasında başlıca faktörlerdir. Toprakların yapısal oluşumunda bu faktörlerin etkileri birbirinden oldukça farklıdır.Yapılan bu çalışmanın amacı; Konya ili Çumra ilçesinde Alibey serisi olarak tanımlanmış toprakların agregat stabiliteleri ile buna etki eden faktörler arasındaki ilişkiyi açıklamaktır. Bu amaçla 0-20 cm derinlikten alınan 27 adet toprak örneği çeşitli fiziksel ve kimyasal analizlere tabi tutulmuş ve bulunan sonuçlar istatistiki olarak değerlendirilmiştir. Toprakların tekstürü kil (C), killi tın (CL) ve kumlu killi tın (SCL) sınıfında yer almakta, agregat stabilitesi değerleri ise %5,91 ile %41,40 arasında değişmektedir. Çalışma alanı topraklarının agregat stabilitesi ile tekstür, organik madde, kireç, Ca, Mg, Na ve K değerleri arasında istatistiksel olarak önemli ilişkiler bulunmuştur. Söz konusu topraklarda agregasyonu artırmak için toprak üzerinde mekanizasyon faaliyetlerin minimum düzeyle sınırlandırılması, organik madde miktarının arttırılması ve toprak agregasyonuna olumsuz etkisi olabilecek her türlü faaliyetin azaltılması gerekmektedir.Aggregate stability is an index of the structural stability of the soil. Soil show differences in structural formation and these structural differences are induced by different factors. Soil clay variety and amounts, CaCO3 contents, cation exchange capacity, colloidal iron and aluminiumoxides, microorganims, wetting-drying, freezing-thawing and soil cultivation are the main factors in the formation of the soil structure. Furthermore effects of these factors on the structural formation of soils are quite different from each other.The aim of this study was to determine the effects of some soil properties on aggregate stability in Konya-Çumra plain (Alibey serie). For this purpose soil samples were collected from 27 points and 0-20 cm depth. The samples were analyzed for some soil parameters such as aggregate stability and particle size distribution, organic matter, CaCO3, Ca, Mg, Na, K contents using standard routine laboratory tests. The textures of the soil samples were found to be C, CL and SCL. The soil aggregate stability ranged from 5,91 to 41,40 %. The result indicated that particle size distribution, organic matter, CaCO3, Ca, Mg, Na, K contents significantly affected aggregate stability. As a result, it is required to increase the organic matter content and to reduce the agricultural practices to the minimum tillage in order to increase aggregate stability in the research soils

    Assessment of demographic features, clinical characteristics and dermoscopic and laboratory findings of chronic urticaria

    No full text
    Kronik ürtiker, nispeten sık görülen, altı haftadan uzun süren, tekrarlayıcı ürtikeryal plak ve/veya anjioödem ile karakterize bir hastalıktır. Hastalığın etyopatogenezinde ve tetiklenmesinde rolü olan faktörlerin tespiti ve uzaklaştırılması küratif olduğu için en ideal tedavi yaklaşımı olmakla birlikte, KÜ&#8217;lü olguların %80&#8217;den fazlasında spesifik bir tetikleyici faktör tespit edilememektedir. Kronik ürtikerli hastalarda rutin ve tarama esasına dayanan tetkiklerin yapılması yerine tetkiklerin anamnez ve fizik muayene bulguları doğrultusunda planlanması önerilmekte ancak hasta beklentisi ya da altta yatan daha ciddi bir hastalığın tanısının atlanması endişesiyle ayrıntılı laboratuvar testleri uygulanmaya devam edilmektedir. Ürtikeryal vaskülit, tekrarlayan ürtiker atakları ile seyreden lökositoklastik vaskülit histopatolojisine sahip bir klinikopatolojik antitedir. Etyoloji ve tedavisindeki farklılık, basit ürtikerden ayrımını önemli ve gerekli kılmaktadır. Son yıllarda ÜV&#8217;nin basit ürtikerden ayrımında dermatoskopinin tarama testi olarak kullanımı gündeme gelmiştir. Çalışmamızda, dermatoskopinin basit ürtiker ve ÜV ayrımındaki rolünü belirlemenin yanı sıra, KÜ&#8217;ye neden olan faktörlerin tespitinde anamnez, klinik bulgular ve rutin olarak yapılan laboratuvar tetkiklerinin yeterliliğini ve gerekliliğini değerlendirmek amaçlanmıştır. Çalışmaya 6 haftadan uzun süre ürtikeryal semptom tarifleyen 52 erişkin hasta dahil edilmiştir. Tüm hastalar detaylı anamnezleri alınarak, klinik özellikleri, fizik muayene ve laboratuvar bulguları açısından, FÜ, kolinerjik ürtiker ve ÜEA tanılı hastalar haricindeki 30 hasta ise dermatoskopi bulguları açısından değerlendirilmiştir. Çalışmamızda basit ürtiker ve ÜV&#8217;li olguların dermatoskopik özelliklerinin dağılımı yönünden istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir. Bu bulgu, basit ürtiker ve ÜV ayrımında dermatoskopinin rutin kullanımda yarar sağlamayacağını düşündürmektedir. Çalışmamızda rutin araştırmaların sonunda elde edilen anormal değerlerin sıklıkla rastlantısal olarak saptandığı ve ürtiker kliniği ile ilişkili olmadığı gözlenmiş olup, bu bulgumuz KÜ hastalarında gerçekleştirilecek tanısal çalışmaların anamnez ve fizik muayene tarafından elde edilmiş bulgulara dayanılarak seçilmesi gerektiğine işaret etmektedir

    KRONİK ÜRTİKERLİ HASTALARIN DEMOGRAFİK VE KLİNİK ÖZELLİKLERİ İLE DERMATOSKOPİK VE LABORATUVAR BULGULARININ DEĞERLENDİRİLMESİ

    No full text
    Kronik ürtiker, nispeten sık görülen, altı haftadan uzun süren, tekrarlayıcı ürtikeryal plak ve/veya anjioödem ile karakterize bir hastalıktır. Hastalığın etyopatogenezinde ve tetiklenmesinde rolü olan faktörlerin tespiti ve uzaklaştırılması küratif olduğu için en ideal tedavi yaklaşımı olmakla birlikte, KÜ&#8217;lü olguların %80&#8217;den fazlasında spesifik bir tetikleyici faktör tespit edilememektedir. Kronik ürtikerli hastalarda rutin ve tarama esasına dayanan tetkiklerin yapılması yerine tetkiklerin anamnez ve fizik muayene bulguları doğrultusunda planlanması önerilmekte ancak hasta beklentisi ya da altta yatan daha ciddi bir hastalığın tanısının atlanması endişesiyle ayrıntılı laboratuvar testleri uygulanmaya devam edilmektedir. Ürtikeryal vaskülit, tekrarlayan ürtiker atakları ile seyreden lökositoklastik vaskülit histopatolojisine sahip bir klinikopatolojik antitedir. Etyoloji ve tedavisindeki farklılık, basit ürtikerden ayrımını önemli ve gerekli kılmaktadır. Son yıllarda ÜV&#8217;nin basit ürtikerden ayrımında dermatoskopinin tarama testi olarak kullanımı gündeme gelmiştir. Çalışmamızda, dermatoskopinin basit ürtiker ve ÜV ayrımındaki rolünü belirlemenin yanı sıra, KÜ&#8217;ye neden olan faktörlerin tespitinde anamnez, klinik bulgular ve rutin olarak yapılan laboratuvar tetkiklerinin yeterliliğini ve gerekliliğini değerlendirmek amaçlanmıştır. Çalışmaya 6 haftadan uzun süre ürtikeryal semptom tarifleyen 52 erişkin hasta dahil edilmiştir. Tüm hastalar detaylı anamnezleri alınarak, klinik özellikleri, fizik muayene ve laboratuvar bulguları açısından, FÜ, kolinerjik ürtiker ve ÜEA tanılı hastalar haricindeki 30 hasta ise dermatoskopi bulguları açısından değerlendirilmiştir. Çalışmamızda basit ürtiker ve ÜV&#8217;li olguların dermatoskopik özelliklerinin dağılımı yönünden istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir. Bu bulgu, basit ürtiker ve ÜV ayrımında dermatoskopinin rutin kullanımda yarar sağlamayacağını düşündürmektedir. Çalışmamızda rutin araştırmaların sonunda elde edilen anormal değerlerin sıklıkla rastlantısal olarak saptandığı ve ürtiker kliniği ile ilişkili olmadığı gözlenmiş olup, bu bulgumuz KÜ hastalarında gerçekleştirilecek tanısal çalışmaların anamnez ve fizik muayene tarafından elde edilmiş bulgulara dayanılarak seçilmesi gerektiğine işaret etmektedir

    Determination of penetration resistance in sugar beet farming

    Get PDF
    Şeker pancarı tarımı yapılan arazilerde yoğun trafiğe bağlı olarak toprak penetrasyon direnci ve hacim ağırlığı artarken kök gelişimi ve ürün verimi azalmaktadır. Bu araştırmada Konya ili Çumra ilçesi Çumra serisinde şeker pancarı tarımı yapılan alanlarda karşılaşılan toprak sıkışması probleminin penetrasyon ölçümleriyle belirlenmesi, penetrasyon direnci değerlerine etki edebilecek bazı toprak fiziksel özelliklerinin bulunması ve karşılaştırılması amaçlanmıştır. Bu amaçla Çumra serisini temsil eden 27 farklı araziden penetrasyon ölçümleri yapılmış ve fiziksel analizler için (toprakların kum, kil, silt içeriği, kütle yoğunluğu, agregat stabilitesi, por büyüklüğü dağılımı ve nem içerikleri) bozulmuş ve bozulmamış toprak örnekleri alınmıştır. Çalışmada üst katman penetrasyon direnci (0-20 cm) ve alt katman penetrasyon direnci (20-40 cm) arasındaki farkların her bir toprak örneğinde arttığı gözlemlenmiş ve profillerde özellikle pulluk katmanında (20–40 cm) sıkışmanın varlığı belirlenmiş ve bitki gelişimi için kritik seviye kabul edilen değerden (PD>2 MPa) büyük olduğu gözlemlenmiştir.While soil penetration resistance and bulk density are increasing due to intensive field traffic, root development and product yield are decreasing on lands cultivated with sugar beet. In this study it was purposed that soil compaction problem which is encountered in sugar beet farming areas in Çumra district of Konya city, will determined by penetration measurements. Furthermore, some physical properties that may effect on the penetration resistance value, were evaluated in soil and these properties were compared. In order to this aim, penetration measurements were performed in soils obtained from 27 different areas which represented Çumra series, and disturbed and undisturbed soil samples were taken for physical analysis (sand, clay and loam contents of soils, mass density, aggregate stability, pore size distribution and soil moisture). In this study, differences between top layer penetration resistance (0-20 cm) and the lower layer penetration resistance (20-40 cm) were increased in every soil samples. In profiles, especially in the plow layer (20-40 cm), the presence of compaction was determined and it was observed that measured penetration values were more than PR>2 MPa which was considered critical level for plant growt
    corecore