7 research outputs found

    GENERATOR OF HYPOTHESES – AN APPROACH OF DATA MINING BASED ON MONOTONE SYSTEMS THEORY

    No full text
    Abstract. Generator of hypotheses is a new method for data mining. It makes possible to classify the source data automatically and produces a particular enumeration of patterns. Pattern is an expression (in a certain language) describing facts in a subset of facts. The goal is to describe the source data via patterns and/or IF...THEN rules. Used evaluation criteria are deterministic (not probabilistic). The search results are trees – form that is easy to comprehend and interpret. Generator of hypotheses uses very effective algorithm based on the theory of monotone systems (MS) named MONSA (MONotone System Algorithm) [6]

    Comparison of infants and children with urolithiasis: a large case series.

    No full text
    We evaluated the demographic features, etiologic risk factors, treatment strategies, and outcome of the infants and children with urolithiasis (UL). A retrospective multicenter study was conducted including 23 Pediatric Nephrology centers in Turkey. The medical records of 2513 children with UL were reviewed. One thousand, three hundred and four boys and 1209 girls (1.1:1) were reported. The mean age at diagnosis was 39.5 +/- 35 months (0.4-231 months), and 1262 patients (50.2%) were in the first year of life (infants). Most of the cases with infantile UL were diagnosed incidentally. Microlithiasis (< 3 mm) was found in 794 patients (31.6%), and 64.5% of the patients with microlithiasis were infants. Stones were located in the pelvis-calyces in 63.2% (n: 1530) of the cases. The most common stone type was calcium oxalate (64.6%). Hypocitraturia was the most common metabolic risk factor (MRF) in children older than 12 months, but in infancy, hypercalciuria was more common. Fifty-five percent of the patients had received at least one medical treatment, mostly potassium citrate. At the end of a year's follow-up, most of the patients with microlithiasis (85%) showed spontaneous remission. The rate of spontaneous stone resolution in infants was higher than in children. Spontaneous remission rate was higher in cases with MRF ( - ) stones than in MRF ( +) stones. However, remission rate with medical treatment was higher in cases with MRF ( +) stones. This study represents the results of a large series of infants and children with UL and showed that there are several differences such as underlying metabolic and anatomic abnormalities, clinical course, and stone remission rates between infants and children with urinary stone disease

    Hacettepe Dahiliye Ders Kitabı 1

    No full text
    Ondokuzuncu yüzyılın tıp literatürü, korku filmi gibidir. Hekimlerin, ellerine geçirdikleri her şeyi, akıllarına gelen her yöntemi tedavi için kullandıkları görülür. Bilgiye değil, kulaktan dolma duyumlara dayanan, “içten doğma” uydurma fikirlerle hastaların yelken kürek tedavi edilmeye çalışıldığı bir dönemdir. Litrelerce kan alınır, barsaklar yüksek basınçlı lavmanlarla delik deşik edilir, hastalar buzlu sulara yatırılıp uzuvlar gangren olana dek dondurulur, dondurmak işe yaramazsa kaynar kazanlara sokulur, deriyi kabartan bitkisel merhemlerle epidermis eritilir, terkibi ikinci kez asla tutturulamayan envai çeşit bitkisel karışımlarla organlar iflas ettirilirdi. Yirminci yüzyılın başında, modern tıbbın kurucusu sayılan Dr. William Osler öncelikle bu “palavra tıbba” rest çekmiş, yeni bir çağı aralamıştır. Çağdaşı olan bazı hünerli hekimlerle birlikte, önümüze gelen her hastayı, elimize geçirdiğimiz her şeyle, bu şekilde rastgele tedavi edemeyiz, öncelikle hastalıkları tanımamız gerekir diyerek, tıbbın önceliğini tanıya yöneltmişler, kendilerine kadar olan eski devirlerden miras iki ilaç (digoksin ve morfin) dışındaki tüm o ilkel tedavi yöntemlerini reddetmişlerdir. Akıldışı eski tedavileri reddederek, yerine henüz yeni bir tedavi seçenekleri de olmadığından; yalnızca (doğru) tanı koymaya çalışan ve hastanın prognozunu tayin etmeye odaklanmış, tepkisel ve aslında bir bakıma muhafazakar yeni bir tıbbı başlatmışlardır. Tıp eğitimini de bu doğrultuda değiştirip, çalakalem ilaç ve tedavi veren hekimler yerine; hastanın hastalığını kavramaya çalışan, doğru tanı koyan hekimler yetiştirmeye yönelmişlerdir. Tıp eğitimindeki “hasta başı vizitler” bizzat Dr. William Osler tarafından başlatılmıştır. Bu ekol, 1900’ların başında cesur bir kararla, neyi tedavi ettiğini bilmeyen eski hekimlik pratiğini kapatıp, öncelikle hastalıkları kavramaya, hastalarına titizlikle isabetli bir tanı koymaya odaklanmıştır. Bu devir, tıbbın rönesansı sayılır. Kuruluşundan itibaren çağdaşı modern tıp dünyasının bir takipçisi ve aktörü olan Hacettepe Tıp Fakültesi; hünerli hekimler, iyi klinisyenler yetiştirmeyi amaçlamıştır. Prof. Dr. Şeref Zileli’nin kurucusu olduğu İç Hastalıkları Anabilim Dalımız, mezuniyet öncesi tıp eğitiminde yatay ve dikey entegrasyon modeliyle klinik eğitim aşamasında, öğrencilerimize “dahiliye nosyonu” kazandırmayı hedeflemiştir. Dahiliye nosyonu, hastaya saçından tırnağına bir bütün olarak bakabilmeyi; hastanın sorunlarını rasyonel bir klinik denklem haline getirebilmeyi; semptomlarından başlayıp, fizik muayene ve isabetli tetkik seçimiyle en doğru tanıyı koyabilmeyi ve hastaya en az zarar verecek en uygun tedaviyi planlayabilmeyi gerektirir. Mezuniyet öncesi İç Hastalıkları Klinik Eğitim programımızın öğrenim hedefleriyle, içeriği ve ulusal çekirdek müfredatımız gözetilerek hazırlanan bu kitap; İç Hastalıkları, Kardiyoloji, Göğüs Hastalıkları, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji anabilim dallarımız öğretim üyelerinin ortaklaşa titiz bir çalışmasıdır

    Hacettepe Dahiliye Ders Kitabı 2

    No full text
    Ondokuzuncu yüzyılın tıp literatürü, korku filmi gibidir. Hekimlerin, ellerine geçirdikleri her şeyi, akıllarına gelen her yöntemi tedavi için kullandıkları görülür. Bilgiye değil, kulaktan dolma duyumlara dayanan, “içten doğma” uydurma fikirlerle hastaların yelken kürek tedavi edilmeye çalışıldığı bir dönemdir. Litrelerce kan alınır, barsaklar yüksek basınçlı lavmanlarla delik deşik edilir, hastalar buzlu sulara yatırılıp uzuvlar gangren olana dek dondurulur, dondurmak işe yaramazsa kaynar kazanlara sokulur, deriyi kabartan bitkisel merhemlerle epidermis eritilir, terkibi ikinci kez asla tutturulamayan envai çeşit bitkisel karışımlarla organlar iflas ettirilirdi. Yirminci yüzyılın başında, modern tıbbın kurucusu sayılan Dr. William Osler öncelikle bu “palavra tıbba” rest çekmiş, yeni bir çağı aralamıştır. Çağdaşı olan bazı hünerli hekimlerle birlikte, önümüze gelen her hastayı, elimize geçirdiğimiz her şeyle, bu şekilde rastgele tedavi edemeyiz, öncelikle hastalıkları tanımamız gerekir diyerek, tıbbın önceliğini tanıya yöneltmişler, kendilerine kadar olan eski devirlerden miras iki ilaç (digoksin ve morfin) dışındaki tüm o ilkel tedavi yöntemlerini reddetmişlerdir. Akıldışı eski tedavileri reddederek, yerine henüz yeni bir tedavi seçenekleri de olmadığından; yalnızca (doğru) tanı koymaya çalışan ve hastanın prognozunu tayin etmeye odaklanmış, tepkisel ve aslında bir bakıma muhafazakar yeni bir tıbbı başlatmışlardır. Tıp eğitimini de bu doğrultuda değiştirip, çalakalem ilaç ve tedavi veren hekimler yerine; hastanın hastalığını kavramaya çalışan, doğru tanı koyan hekimler yetiştirmeye yönelmişlerdir. Tıp eğitimindeki “hasta başı vizitler” bizzat Dr. William Osler tarafından başlatılmıştır. Bu ekol, 1900’ların başında cesur bir kararla, neyi tedavi ettiğini bilmeyen eski hekimlik pratiğini kapatıp, öncelikle hastalıkları kavramaya, hastalarına titizlikle isabetli bir tanı koymaya odaklanmıştır. Bu devir, tıbbın rönesansı sayılır. Kuruluşundan itibaren çağdaşı modern tıp dünyasının bir takipçisi ve aktörü olan Hacettepe Tıp Fakültesi; hünerli hekimler, iyi klinisyenler yetiştirmeyi amaçlamıştır. Prof. Dr. Şeref Zileli’nin kurucusu olduğu İç Hastalıkları Anabilim Dalımız, mezuniyet öncesi tıp eğitiminde yatay ve dikey entegrasyon modeliyle klinik eğitim aşamasında, öğrencilerimize “dahiliye nosyonu” kazandırmayı hedeflemiştir. Dahiliye nosyonu, hastaya saçından tırnağına bir bütün olarak bakabilmeyi; hastanın sorunlarını rasyonel bir klinik denklem haline getirebilmeyi; semptomlarından başlayıp, fizik muayene ve isabetli tetkik seçimiyle en doğru tanıyı koyabilmeyi ve hastaya en az zarar verecek en uygun tedaviyi planlayabilmeyi gerektirir. Mezuniyet öncesi İç Hastalıkları Klinik Eğitim programımızın öğrenim hedefleriyle, içeriği ve ulusal çekirdek müfredatımız gözetilerek hazırlanan bu kitap; İç Hastalıkları, Kardiyoloji, Göğüs Hastalıkları, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji anabilim dallarımız öğretim üyelerinin ortaklaşa titiz bir çalışmasıdır

    The prevalence of microalbuminuria and relevant cardiovascular risk factors in Turkish hypertensive patients.

    No full text
    Objectives: A growing body of data illustrates the importance of microalbuminuria (MAU) as a strong predictor of cardiovascular risk in the hypertensive population. The present study was designed to define the prevalence of MAU and associated cardiovascular risk factors among Turkish hypertensive outpatients. Study design: Representing the Turkish arm of the multinational i-SEARCH study involving 1,750 sites in 26 countries around the world, a total of 1,926 hypertensive patients from different centers were included in this observational and cross-sectional survey study. Patients with reasons for a false-positive MAU test were excluded. The prevalence of MAU was assessed using a dipstick test, and patients were inquired about comorbidities, comedication, and known cardiovascular risk factors. Results: The overall prevalence of MAU was 64.7% and there was no difference between genders. Most of the patients (82.5%) had uncontrolled hypertension, 35.6% had dyslipidemia, and 35.5% had diabetes, predominantly type 2. Almost one-third of the patients (26.4%) had at least one cardiovascular-related comorbidity, with 20.3% having documented coronary artery disease (CAD). Almost all patients (96.8%) had one or more risk factors for cardiovascular disease in addition to hypertension, including family history of myocardial infarction or CAD, diabetes, dyslipidemia, lack of physical exercise, and smoking. A trend towards higher MAU values in the presence of CAD was determined. Conclusion: Microalbuminuria tests should be routinely used as a screening and monitoring tool for the assessment of subsequent cardiovascular morbidity and mortality among hypertensive patients. © 2011 Turkish Society of Cardiology
    corecore