41 research outputs found
Cryopreservation Studies in Aquaculture from Past to Present: Scientific Techniques and Quality Controls for Commercial Applications
In this section, cryopreservation of fish genetic resources, which is one of the important applications to ensure the sustainability of genetic resources of freshwater fish species, is discussed. At the same time, information is provided about the possible sources of contamination that may be encountered during cryopreservation applications. In this context, the results of sperm, egg, and embryo cryopreservation studies of fish and their success and failure in applications were evaluated in addition to the process from past to present. Information is given about the contamination that may develop depending on the applications in the process of cryopreservation and dissolving processes, as well as the studies carried out to eliminate extracellular disease agents. In the section, in addition to the evaluation of the results of scientific studies, commercial companies that commercially carry out gamete cryopreservation applications are also included. The contamination that may develop depending on the applications in the process of cryopreservation and thawing processes, as well as the studies carried out to eliminate extracellular disease agents are mentioned
Türkiye’de inme hastalarında atrial fibrilasyonun yönetimi: NöroTek çalışması gerçek hayat verileri
Objective: Atrial fibrillation (AF) is the most common directly preventable cause of ischemic stroke. There is no dependable neurology-based data on the spectrum of stroke caused by AF in Turkiye. Within the scope of NoroTek-Turkiye (TR), hospital-based data on acute stroke patients with AF were collected to contribute to the creation of acute-stroke algorithms.Materials and Methods: On May 10, 2018 (World Stroke Awareness Day), 1,790 patients hospitalized at 87 neurology units in 30 health regions were prospectively evaluated. A total of 929 patients [859 acute ischemic stroke, 70 transient ischemic attack (TIA)] from this study were included in this analysis.Results: The rate of AF in patients hospitalized for ischemic stroke/TIA was 29.8%, of which 65% were known before stroke, 5% were paroxysmal, and 30% were diagnosed after hospital admission. The proportion of patients with AF who received "effective" treatment [international normalization ratio >= 2.0 warfarin or non-vitamin K antagonist oral anticoagulants (NOACs) at a guideline dose] was 25.3%, and, either no medication or only antiplatelet was used in 42.5% of the cases. The low dose rate was 50% in 42 patients who had a stroke while taking NOACs. Anticoagulant was prescribed to the patient at discharge at a rate of 94.6%; low molecular weight or unfractionated heparin was prescribed in 28.1%, warfarin in 32.5%, and NOACs in 31%. The dose was in the low category in 22% of the cases discharged with NOACs, and half of the cases, who received NOACs at admission, were discharged with the same drug.Conclusion: NoroTekTR revealed the high but expected frequency of AF in acute stroke in Turkiye, as well as the aspects that could be improved in the management of secondary prophylaxis. AF is found in approximately one-third of hospitalized acute stroke cases in Turkiye. Effective anticoagulant therapy was not used in three-quarters of acute stroke cases with known AF. In AF, heparin, warfarin, and NOACs are planned at a similar frequency (one-third) within the scope of stroke secondary prophylaxis, and the prescribed NOAC dose is subtherapeutic in a quarter of the cases. Non-medical and medical education appears necessary to prevent stroke caused by AF.Amaç: Atrial fibrilasyon (AF) iskemik inmenin doğrudan önlenebilir en sık nedendir. Ülkemizde AF nedenli inme spektrumuna dair nöroloji kaynaklı geniş ölçekte bir veri bulunmamaktadır. NöroTek-Türkiye (TR) kapsamında akut inme algoritmalarının oluşturulmasına katkı yapması beklenen AF tespit edilen akut inme hastalarına dair hastane verisi toplanmıştır. Gereç ve Yöntem: 10 Mayıs 2018 Dünya İnme Farkındalık Günü’nde 30 sağlık bölgesine yer alan 87 nöroloji biriminde yatmakta olan 1.790 hasta prospektif olarak değerlendirilmiştir. Çalışmada yer alan toplam 929 hasta [859 akut iskemik inme, 70 geçici iskemik atak (GİA)] bu analize dahil edilmiştir. Bulgular: İskemik inme/GİA sebebiyle ile interne edilmiş hastalarda AF oranı %29,8 olup bunların %65’i bilinmekte olan, %5’i paroksismal ve %30’u yeni tanıdır. AF tanısı ile gelen hastalarda “etkin” tedavi [internasyonel normalizasyon oranı ≥2,0 varfarin veya rehber dozunda non-vitamin K antagonist oral antikoagülan (NOAK)] alanların oranı %25,3 olup, %42,5 olguda ya hiç ilaç kullanılmamakta ya da sadece antiplatelet kullanılmaktaydı. Düşük doz kullanım oranı 42 NOAK alırken inme geçirmiş olguda %50 idi. Taburcu edilirken antikoagülan %94,6 (düşük molekül ağırlıklı veya non-fraksiyone heparin %28,1; varfarin %32,5 ve NOAK %31) hastaya reçete edilmişti. NOAK ile taburcu edilen olguların %22’sinde doz düşük kategoride olup gelişte NOAK almakta olan olguların yarısı aynı ilaçla taburcu edilmiştir. Sonuç: NöroTekTR ülkemizde AF’nin akut inmedeki sıklığı yanı sıra sekonder proflaksi perspektifinde yönetiminin geliştirilebilecek yönlerini ortaya koydu. Türkiye’de hastanede yatan akut inme olgularının yaklaşık üçte birinde AF saptanmıştır. AF’si bilinen akut inme olgularının dörtte üçünde etkin antikoagülan tedavi kullanılmamaktaydı. AF’de inme sekonder proflaksisi kapsamında heparin, varfarin ve NOAK planlaması benzer sıklıkta (üçte bir) olup reçete edilen NOAK dozu dörtte bir olguda subterapötiktir. AF’ye bağlı inmenin önlenebilmesi non-medikal ve medikal eğitim gerekli görünmektedir
Association with Asthma and Restless Legs Syndrome and Sleep Quality
Objective:We aimed to evaluate the frequency and severity of restless legs syndrome in patients with asthma and the effect of the disease on sleep quality.Materials and Methods:Forty-three patients followed by asthma and 30 healthy people were included in the study. The diagnosis of Restless Legs Syndrome was made according to the criteria of the International Restless Legs Syndrome Study Group. Excessive daytime sleepiness scores were determined according to the Epworth Sleepiness Scale (ESS). According to the Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI) the sleep quality and according to the Insomnia Severity Index (ISI) the insomnia was determined.Results:Male/female rate in the asthmatic group was 1/8, and the mean age was 48.88 years. The healthy control group was selected to be gender and age-matched. Restless Legs syndrome was found 25.58% (n=11) in the asthmatic group and 16.7% (n=5) in the control group, and it was also not statistically significant. The number of asthmatic patients with ESS ≥10 was six, while there was one person in the control group, and it was not statistically significant. According to the PSQI values, there was a significant difference between the asthmatic group and the control group (p<0.001); when ISI values were examined, there was no statistically significant difference between them.Conclusion:In our study, it was found that the sleep quality deteriorated at high rates in the asthmatic group. However, as expected in asthmatic patients, Restless Legs syndrome, insomnia, and incidence of excessive daytime sleepiness were not significantly higher than the control group
Role of video-EEG monitorization for description of clinical semiologies in extratemporal lobe epilepsies, its correlation to neuropsycological evaluations and neuroradiological findings
Ekstratemporal lob epilepsilerinde kesin epileptojenik odağı ortaya koymak multidispliner yöntemlere rağmen çok zordur. Biz bu çalışmada semiyolojik bulgular sonucunda elde edilen anatomik-fonksiyonel odak ile iktal/interiktal EEG, nörogörüntüleme (kranial MRG ve FDG-PET) ve nöropsikolojik test (NPT) sonuçları arasında korelasyon kurmayı amaçladık.Çalışmamıza Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Kliniği Video-EEG Monitorizasyon Ünitesi (VEMÜ)'nde, Ekim 2006 - Haziran 2012 arasında dirençli epilepsileri nedeni ile yatışı yapılan ve ekstratemporal lob semiyolojik bulguları olan 34 hasta alındı. Tüm hastalara yatışları sırasında epilepsi protokolüne göre anatomik ve fonksiyonel lokalizasyon için kranial MRG, PET-FDG çekimi yapıldı. Uzman psikolog tarafından WMS Mental Kontrol Alt Testleri, Düşünce Akışı testi, Planlama Testi, Viziüo-spasyal yetenekler testi, Stroop Testi, Raven, Benton Yüz Tanıma Testi ve Çizgi Yönü Belirleme Testi uygulandı.Bu çalışmada 34 hastada (15'i kadın, 19'u erkek; yaş ortalamaları 31±7(18-47); hastalık süreleri 18±10(2-36)) toplam 198 epileptik nöbet gözlemlendi. VEMÜ'de lateralize/lokalize edici değere sahip semiyolojik bulgular, iktal EEG ile olası epileptojenik alan (EA), 24-120 saat arasında değişen sürelerde monitorize edilip ortaya konulmaya çalışıldı. Çalışmamızda semiyolojik bulgular ile lokalizasyon hastaların %68`inde yapılabilmiş iken, %32'sinde semiyolojik bulgular ile kesin odak lokalizasyonu yapılamamıştır. Sonuçlarımıza göre versiyon, unilateral tonik aktivite, unilateral klonik aktivite daha yüksek lateralize ve lokalize edici bulgu olarak değerlendirilmiş iken, unilateral distoni, unilateral otomatizma, verbalizasyon daha düşük düzeyde lateralize ve lokalize edici bulgu olarak değerlendirilmiştir. Kategori sayısı fazla olduğu için ve veri sayısı yetersiz olduğundan p değerleri hesaplanamadı. Hastaların sadece %9'unda klinik semiyoloji ile kranial MRG, FDG-PET ve NPT uyum göstermiştir.Yukarıda bahsettiğimiz hiçbir yöntem tek başına epileptik odağı kesin olarak lateralize/lokalize edememektedir. Semiyolojik bulgularla saptanan EA'nı ortaya koymada en çok destekleyici olabilen tanı yöntemleri sırasıyla interiktal/iktal EEG, nörogörüntüleme, nöropsikolojik değerlendirmeler idi. Multidisipliner değerlendirme daha kesin bir şekilde epileptik odağı belirlemektedir.It is very difficult to determine the exact epileptogenic areas in extratemporal lobe epilepsies (ETLE) even by using multidisciplinary approaches. In this study, we aimed to correlate the anatomical-functional areas determined by semiological findings with ictal/interictal EEG, neuroimaging (cranial MRG and FDG-PET) and NPT findings.Thirty-four intractable epilepsy patients who had extratemporal lobe semiological findings and had been hospitalized in Video-EEG Monitoring Unit (VEMU) of Neurology Department, Uludag University School of Medicine during October 2006- June 2012 were included in this study. Cranial MRI and FDG- PET were performed in all patients for anatomical and functional localization, respectively. WMS Mental Control Sub-Tests, Mind Flow Test, Planning Test, Visiospatial abilities test, Stroop test, Raven, Benton face recognition test and Line Direction Detection test were applied by a specialized psychologist.In this study, a total number of 198 epileptic attacks in 34 patients (15 female, 19 male; age 31±7(18-47) years; disease duration 18±10(2-36)) were observed. The localizing/lateralizing semiological findings and possible epileptogenic areas (EA) were defined by ictal EEG during long term monitoring (duration range: 24- 120 h) in VEMU. Localization in 68% of patients could be made according to the semiological findings, whereas localization could not be determined in 32% of patients. Head version, unilateral tonic and unilateral clonic activity were found to have higher value in lateralizing and localizing data, on the other hand, unilateral dystonia, unilateral automatism, verbalization were found to have lower value lateralizing and localizing. We could not obtain a p value due to the presence of high number of categories and insufficient data. The clinical semiology, cranial MRG, FDG-PET, and NPT were found to be compatible in only 9% of the patients which is in accordance with the literature.The above mentioned methods alone neither localized nor lateralized the epileptogenic area. The methods supporting the semiological findings most while finding of the epileptogenic area were ictal/interictal EEG, neuroimaging and neuropsychological assessments in decreasing order. Multidisciplinary approach is obviously needed to determine the epileptogenic area precisely
SANAT TEMELLİ BİR ARAŞTIRMA: NARSİSİZM OLGUSUNUN SANAT YAPITINA YANSIMASI
Narsisizmin kökenine inilen bu araştırma onun belirsizliğe düşen bir olgu olduğunu göstermektedir. Narsisizm doğası gereği toplumsal anlamda farklı kavramlarla özdeşleşen bir olgu olarak var olagelmiştir. Narsisizm bu belirsizliğe ve farklı kavramlarla bir bütün olarak ilerlemesine rağmen birçok sanatçının söylemlerinde ve eserlerinde enteresan, kıymetli ve esrarengiz görülmesini sağlayan şeyin ne olduğu konusu tüm dönemlerde dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır. Çalışma ana problemi olarak narsisizm kavramını araştırmacının çalışmalarıyla ilişkili olarak ele almaktır. Çalışmada araştırmacının işlerinde narsisizm olgusunun nasıl kullanıldığı, narsisizmin hem plastik hem de kavramsal olarak eserlere katkılarını ortaya koymak amaçlanmaktadır. Makalede yöntem olarak geçerliliği ve güvenirliliği yüksek olan betimsel araçlar kullanılmıştır. Makalenin temel ilkeleri nitel araştırma paradigmasına dayalı olduğundan bu makale bir durum çalışmasıdır. Makalede “Kavramsal ve plastik açıdan narsisizm olgusu araştırmacının eserlerinde nasıl ve ne şekilde yer edinmiştir?” sorunsalı tartışmaya açılmıştır. Araştırmacının eserleri, tematik içerik analizi yaklaşımları ile ele alınmıştır. Tematik analizden elde edilen veriler sanat temelli (ABR-Art Based Research) araştırmanın temellendirilmesinde öncülük etmiştir.</p
Statistical shape analysis of corpus callosum in restless leg syndrome
Objectives In this study we aimed to investigate corpus callosum shape differences between restless leg syndrome patients and healthy controls, and to determine whether disease severity and duration are indicators for corpus callosum deformation in RLS patients. Methods This study was conducted using the magnetic resonance imaging scans of 33 restless leg syndrome patients and 33 control subjects. Landmarks were marked on the digital images and callosal landmark coordinate data were used to assess shape difference by performing Generalized Procrustes analysis. The shape deformation from controls to the patients was evaluated performing the Thin Plate Spline approach. Results There was a statistically significant shape difference between the groups. Highest deformation was determined at the posterior midbody of the corpus callosum. Growth curve analyses showed that with the increase in disease duration and severity, the CC size decreased. Discussion The present study demonstrated callosal shape differences in restless leg syndrome using a landmark-based geometric morphometric approach, considering the topographic distribution of corpus callosum for the first time