5 research outputs found

    Edebiyatta Savaşın Yansımaları

    No full text
    Bu kitap Hacettepe Üniversitesi İngiliz Edebiyatı ve Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından 26 Mart 2014’de Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcının 100. yılı dolayısıyla düzenlemiş olan “Edebiyatta Savaşın Yansımaları Sempozyumu”nda sunulan bazı bildirilerin genişletilmiş versiyonlarından oluşmaktadır. Birinci Dünya Savaşı, bilindiği üzere, dünya tarihinin en kanlı savaşlarından biri olup, farklı ülkelerden kadın, erkek, genç, yaşlı, çocuk milyonlarca insanı maddi manevi etkilemiş olan trajik bir olaydır. Siyasi ve ekonomik nedenlerle çıkmış olan bu savaşta bir tarafta Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, diğer tarafta İngiltere, Rusya, Fransa, İtalya ve daha sonra bu ülkelerin yanında savaşa katılacak olan Amerika çarpışmıştır. 70 milyona yakın askerî personelle yürütülen bu savaş, 28 Temmuz 1914’de başladı ve 11 Kasım 1918’de sona erdiğinde asker ve sivil olarak 20 milyon kadar insan hayatını kaybetmişti; 20 milyon kadar yaralı vardı ve 7 milyon kişi kayıptı (“World War I vs World War II”) – bu kayıpların bir kısmı esir düşmüş, ülkelerinden binlerce kilometre uzakta esir kamplarında yaşam savaşı vermişlerdi. Çok geniş bir alana yayılmış olan çarpışmalar Batı Cephesi’nde Avrupa merkezli olarak ve aynı zamanda Çanakkale’de, Doğu’da ise, ülkelerin bugünkü adlarıyla, Kafkasya’da, Yemen’de, Filistin’de, Irak’ta havada, karada ve denizde gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı, kazılan kilometreler uzunluğundaki siperlerde gerçekleştirilen çarpışmalar yüzünden Siper Savaşı olarak da bilinmektedir. Beraberinde getirdiği ağır kayıplar, sefalet, yıkım, yokluk nedeniyle bu savaş İngiltere’de “The Great War”/ Büyük Savaş olarak anıldı. Bir diğer adı ise “the war to end all wars”/tüm savaşları sona erdirecek olan savaştı. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılında doğan Orhan Veli İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan şiirinde “Harbe giden sarı saçlı çocuk / Gene böyle güzel dön” (2005: 50) demektedir ama savaşa gidenlerin kimisi dönemez, sağ dönebilenler de savaş boyunca şahit oldukları vahşet yüzünden psikolojik travmalarla baş etmeye çalışırlar. Birinci Dünya Savaşı‘nda da böyle, kayıp bir kuşak oluştu. Pek çok gencin ümitleri söndü; annelerin yüreği yandı; binlerce kadın dul kalırken – örneğin 1918’de Fransa’da 630.000 savaş dulu vardı (Keegan 2014: 6) – daha fazla sayıda çocuk babasız büyüdü; özellikle genç erkek nüfus eridi. Önsöz v Şehirlerin çok daha gelişmiş uçaklarla yoğun olarak bombalandığı İkinci Dünya Savaşı’na göre bu savaşta maddi hasar daha az olmasına rağmen, insan kaybı bağlamında ağır kayıplar verilmiştir. Savaşa katılan her ülke pek çok kayıp vermiştir. Örneğin, Almanlara ait şu sayılar savaşın korkunçluğu hakkında bir fikir verecektir: Birinci Dünya Savaşı’nda 2.057.00 Alman ölmüş, hayatta kalanların 44.657’si bir bacağını, 20.877’si bir kolunu, 1.262’ü 2 bacağını kaybetmiştir (Keegan 2014: 7). Başka ülkeler için de durum pek farklı değildir. İngiliz Savaş Bürosu’nun verilerine göre örneğin Osmanlılar 725.000 şehit vermişler, 1.565.000 kişi de kayıp, kaçak ve esir olarak değerlendirilmiştir (“Statistics of The War Office” 1922: 35). Öte yandan, farklı veriler aktarıldığı da görülür: “Yakın zamanda yayımlanan The Pity of War kitabında Ferguson Türklerin 804.000 ölü, 400.000 yaralı ve 250.000 esir verdiklerini kaydetmektedir” (aktaran Erikson 2003: 279). Ölü ve yaralı askerler ve siviller ile esir düşmüş olan asker ve siviller de savaşın göz ardı edilemeyecek önemli bir hakikatidir. Her savaşta olduğu gibi Birinci Dünya Savaşı’nda da cephe ve cephe gerisinin yanı sıra esir alınan askerlerin kaldığı kamplarda da pek çok sıkıntılar yaşanmış olduğu anlaşılmaktadır. Yiyecek içecek sıkıntısı, kötü beslenme, hatta açlık, tifo, tifüs, dizanteri gibi hastalıklar, hijyenik olmaktan uzak ortamlar ve baskı bu kamplardaki zorlu yaşam şartlarının gerçekleriydi. Doğu’da ve Batı’da olmak üzere 10 kadar cephede savaşmış olan Türklerden de pek çok kişi esir düştü. Sayıca 202.000 kadar olduğu ileri sürülen bu esirlerin (Taşkıran 2001: 235) çeşitli kamplara dağıldığı görülmektedir. Taşkıran’ın belirttiğine göre, “Birinci Dünya Savaşı’nda “esir düşen askerlerimiz Fransa’dan Sibirya’ya, Mısır’a, Kıbrıs’tan Hindistan’a, Myanmar’a kadar yayılan kamplarda hayatta kalmaya çalıştı” (2001: arka kapak). Özellikle Mısır’da İngilizlere esir düşenler arasında kadınlar ve çocuklar da bulunmaktaydı (Taşkıran 2001: 236). Mısır’daki bir İngiliz kampında 15 bin kadar “Türk esir[inin] […] kasten kör edilme sorunu” (Taşkıran 2001: 237) bu savaşta kamplarda yaşanan en acı olaylar arasında anılmaktadır. Aynı konuyu Durdu Mehmet Burak da ele almakta ve aşırı miktarda temizlik malzemesi karıştırılmış suyla durumdan habersiz olan Türk askerlerinin yıkanmalarının sağlandığına değinmektedir: “Mısır’daki Türk esir kampında İngiliz doktorlar, garnizon komutanı ve kamptaki İngiliz askerleri on beş bin esiri kasten sakat bıraktılar” (2004: 250). Kimi asker ve sivil bu kamplarda uzun yıllar kalmışlardır. Esirlerimizin büyük çoğunluğu ancak “1925 yılı sonunda ve 1926’da yurda dönmüşlerdir” (Taşkıran 2001: 234). Öte yandan, İngiliz milli kütüphanesi British Library’deki kayıtlara göre Türklerin de 16.583 İngiliz ve Hintli askeri esir aldığı ve bu esirlerin binlercesinin 1916’da esir alındıkları Kut al-Amara’dan Anadolu’daki kamplara yürüyerek götürülmeleri sırasında öldüğü belirtilmektedir (“Report on the Treatment of British Prisoners of War in Turkey” Kasım 1918: 5). vi Yoğun olarak siperlerde geçmiş olan Birinci Dünya Savaşı’nda askerler bu siperlerde sadece savaşmamış, oralarda yaşamışlardır: yemeklerini yemiş, günlük tutup mektup yazmış, dinlenmiş, uyumuş, geceyi bazen ölmüş silah arkadaşlarıyla onların cesetleri götürülünceye kadar geçirmişlerdir. Hatta, zaman zaman vakit geçirmek, düşüncelerini savaştan uzaklaştırmak, korku ve stresi unutmak için bu siperlerde dergi ve kitaplar okumuşlardır. Okumak için zamanın aşk hikâyeleri, macera romanları tercih edilmekteydi; İngiliz askerleri arasında en çok okunan dergi ise savaşla ilgili makalelerin yanı sıra pek çok çizim ve fotoğrafın yer aldığı The War Illustrated idi. Öte yandan, Alman basımevleri de askerlerin yanlarına çok ve ağır eşya alamayacaklarını düşünerek pratik bir uygulamayla zamanın popüler kitaplarının “Feldpostausgabe” denen hafif kopyalarını basmışlardır (Davies ve diğerleri). Edebiyatın yaşamın aynası olduğu dikkate alındığında, Birinci Dünya Savaşı her ülkenin kendi edebiyatına yansımıştır. Bu eserleri üretmiş olan yazarların bir kısmı bizzat kendileri savaşa katılmış olduklarından yaşananları birinci elden anlatmışlardır ve eserlerinde otobiyografik unsurlara rastlanmaktadır. Eserlerin bazısı cephede yaşananlara bazısı ise cephe gerisine ağırlık vermiştir. Bu eserlerin birçoğunda savaşın insanların gündelik yaşamlarına getirdiği değişimin yanı sıra toplumsal değişim üzerinde de durulduğu görülmektedir. Tiyatro oyunu, müzikal, roman, günlük, mektup gibi çeşitli türlerde eser verilmiş olmasına rağmen genelde en çok şiir yazılmıştır. Kadın yazarlar da savaşı konu alan eserler kaleme almışlar, onlar da özellikle şiirde kendilerini göstermişlerdir. Savaş edebiyatının bir kısmı savaş süresi içinde üretilirken, önemli bir kısmı da savaş sonrasında, 1920lerde ve 1930ların başında yazılmıştır (Korte 2007: viii). Çok daha sonraları, günün koşullarına göre yeniden değerlendirilerek yazılanlar da unutulmamalıdır. Söz konusu eserlerden bazıları edebi türler çerçevesinde ve ülkelere göre alfabetik ve kendi içlerinde kronolojik olarak örneklenebilir. Roman türüyle başlanacak olursa, Alman Erich Maria Remarque’ın pek çok dile çevrilmiş olan romanı Im Westen nichts Neues (1929, Batı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok) akla ilk gelenlerdendir. Savaşı romantik bir bakış açısından veren Amerikalı kadın yazar Willa Cather One of Ours (1922, Bizden Biri) adlı romanının kahramanı için aslında aralarında pek sıcak bir ilişki olmayan ve 28 Mayıs 1918’de Fransa’da Cantigny’de cephede ölen kuzeni Grosvenor P. Cather’dan (G. P.) esinlenmiştir (Trout 2002: 2-3). O dönemde Cather da pek çok Amerikalı gibi Fransızların yanında yer almış ve “Medeniyet”i yok etmeye çalıştıklarını düşündüğü Almanların karşısında durmuştur (a.g.e. 3). Ernest Hemingway’in A Farewell to Arms (1929, Silahlara Veda) da Amerikalıların vii savaş edebiyatına yaptıkları önemli katkılar arasındadır. Çekoslavakya’da ise Jaroslav Hašek‘in Osudy dobrého vojáka Švejka za světové války (1921-1923, İyi Asker Şvayk‘ın I. Dünya Savaşı‘ndaki Kaçınılmaz Maceraları veya daha çok bilinen adıyla Aslan Asker Şvayk) mizahi öğeler içeren savaş karşıtı romanı bu alandaki ilklerdendir. Fransızlara gelince, kendi de bu savaşta çarpışmış olan Henri Barbusse’ün savaşa dair rahatsız edici gerçekleri tüm çıplaklığıyla betimlediği için eleştirilen Le Feu (Ateş Altında, 1916) adlı romanı dikkate değer. Barbusse gibi Adrien Bertrand da cephede savaşmış ve deneyimlerini L’Appel du sol (1916, Toprağın Çağrısı) adlı romanında dile getirmiştir. Philippe Claudel’in 1917’de Batı Cephesi’ne yakın küçük bir Fransız kasabasında öldürülen genç bir kız hakkında yazdığı Les âmes grises (2005, Gri Ruhlar) de bu çerçevede anılabilir. İngiliz romanları arasında ise Rebecca West’in The Return of the Soldier (1916, Askerin Dönüşü), H. G. Wells’in Mr. Britling Sees It Through (1916, Bay Britling İşi Bitirdi), savaş yanlısı söylemiyle fark yaratan Mary Augusta Ward’un Missing (1917, Kayıp) ve Fields of Victory (1918, Zafer Alanları), Arnold Bennett’in The Pretty Lady (1918, Güzel Hanımefendi), Ford Madox Ford’un dört romandan oluşan Parade’s End (1924-1927, Geçit Töreninin Sonu) ve Siegfried Sassoon’un kendi savaş anılarından kurguladığı Memoirs of an Infantry Officer (1930, Bir Piyade Subayının Anıları) ilk sıralarda sayılabilir. Öykü türünde ise, kendisi de savaşta istihbarat subayı olarak görev yapmış olan romancı Somerset Maugham’ın Ashenden: Or the British Agent (1928, Ashenden: Veya İngiliz Ajan) adlı seçkisi dikkate değer. İspanyol romancı Vicente Blasco Ibáñez’in Los cuatro jinetes del Apocalipsis (1916, Mahşerin Dört Atlısı) adlı eseri ise savaşın irdelediği siyasi çatışmaların yanı sıra Arjantinli bir toprak sahibinin savaşta farklı cephelerde yer alan Fransız ve Alman damatları arasındaki kişisel çatışmasını ele alır. Öte yandan, Rus romancı Aleksandr Solzhenitsyn‘in Doğu Prusya’da Tannenberg Muharebesi’nde Rusların yenilgisini anlattığı Avgust 1914 (1971, Ağustos 1914) adlı eseri Birinci Dünya Savaşı’nı Rus bakış açısından ele almaktadır. Ülkemiz romancılarından Refik Halit Karay’ın İstanbul’un İç Yüzü (1920), Ercüment Ekrem Talu’nun Gün Batarken (1922), Mustafa Naci Sepetçioğlu’nun … Ve Çanakkale Üçlemesi (1 Geldiler; 2 Gördüler; 3 Döndüler) (1989), Serpil Ural’ın Şafakta Yanan Mumlar (1998), Gülseren Engin’in Yorgun ve Yaralı (2004), Turgut Özakman’ın Diriliş Çanakkale 1915 (2008) ve Cihangir Akşit’in Sarı Sessizlik-Sarıkamış 1914 (2009) gibi romanları Birinci Dünya Savaşı’nı ele alan romanlara örnek verilebilir. Şiir türünde ise cephede kafasından vurularak ölen Alman August Stramm’ın ölümünden sonra yayımlanan ve savaş hakkında birçok şiir içeren şiir kitabı Tropfblut (1919, Damlayan Kan) bu bağlamda anılabilir. Amerika’da ise Herbert Kaufman’ın artık bir klasik olan şiiriyle aynı başlığı taşıyan ve Birinci Dünya viii Savaşı’nda Fransızların Amerikalı ve İngiliz müttefikleriyle Almanlara karşı Soissons’da yaptıkları muharebeyi ele alan Hell-Gate of Soissons and Other Poems (1915, Soissons’un Cehennem Kapıları ve Başka Şiirler), 1918’de savaşta ölen Joyce Kilmer’in şiirleri, Amos N. Wilder’ın Battle-Retrospect and Other Poems (1923, Savaş – Geçmişe Ait ve Başka Şiirler) ve orduda papaz olarak görev yapan Harry Elmore Hurd’ün Possessions of a Sky Pilot (1923, Bir Hava Pilotunun Sahip Oldukları) sayılabilir. Fransa’da ise Guillaume Apollinaire’in Calligrammes: Poèmes de la paix et de la guerre 1913- 1916 (1918, Savaş ve Barışa Dair Görsel Şiirler ) adlı kitabı ilk akla gelenlerdendir. Öte yandan, İngiltere’de siper şairleri olarak ünlenmiş olan Wilfred Owen ile Siegfried Sassoon’un ve birkaç başka şairin şiirlerinin yanı sıra David Jones’un In Paranthesis (1937, Parantez İçinde) isimli uzun şiir anlatısı ve savaş sırasında gönüllü hemşire olarak çalışmış olan Vera Brittain’ın şiirleri Birinci Dünya Savaşı temalı şiirlere örnek verilebilir. Çağdaş İngiliz şiirinin önde gelen isimlerinden olan Ted Hughes The Hawk in the Rain (1957, Yağmur Altındaki Atmaca) adlı şiir kitabının içinde yer alan ve ilk şiirlerinden olan “Bayonet Charge” (Süngü Taaruzu), “The Last of the 1st/5th Lancashire Fusiliers” (Lancashire Birinci Kısım Beşinci Bölük Tüfekçi Alayının Âkıbeti) ve “Six Young Men” (Altı Genç Adam) adlı yapıtlarında bu savaşı günümüzden bakarak canlandırdığından savaş şairlerinin sonuncusu diye anılır. 1984 ile 1998’deki ölümüne kadar Poet Laureate (Devlet Şairi) unvanıyla ödüllendirilmiş olan Hughes’un savaşla ilgili şiirlerinin çoğu savaşa katılmış olan babasının anılarına dayanmaktadır. Hughes’un babası Lancashire yöresinden savaşa katılmıştır ve Gelibolu’daki savaşta 17.342 ölü veren İngiliz tüfekçi alayından evine dönebilen 17 kişiden biridir (Gifford 9). Hughes‘un “Six Young Men” adlı şiirinde ise bir Pazar gezintisinde çekilen fotoğrafta gülümseyen altı genç adamın altı ay sonra savaşta siperlerde ölmeleri ele alınır (Gifford 50). Halen İngiltere’nin Poet Laureate (devletin resmî şairi) unvanını taşıyan şairi Carol Ann Duffy de Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümü anısına 1914: Poetry Remembers (2013, 1914: Şiirler Hatırlar) adıyla bir seçki yayımlamış ve bu seçkide günümüz İngiliz şairlerinden hem savaş döneminde yazılmış şiirlerden kendilerini en çok etkilemiş olanı seçmelerini hem de bugünden geçmişe bakarak savaş temalı bir şiir yazmalarını istemiştir. İtalya’dan ise Giuseppe Ungaretti‘nin Fransızca yazılmış şiir kitabı La guerra’yı (1916, Savaş) anmak gerekir. Savaşta Rusya‘nın seçkinlerden oluşan süvari takımında görev yapmış olan Nikolay Gumilyov savaş şiirlerini Kolchan (1916, Titreme) adlı kitabında toplamıştır. Öte yandan, Türk şiirinde yer alan örnekler arasında Sultan V. Mehmed Reşad’ın “Gazel-i Hümayun” adlı ülkenin içinde bulunduğu vahim durumu değerlendiren ve savaşı yorumlayan gazeli (1916), Mehmet Âkif Ersoy’un “Çanakkale Şehitlerine” adlı epik şiiri (1924) ve Bülent Ecevit’in “Çanakkale – Bir Savaş Ardı Destanı” (1988) adlı eseri sayılabilir. ix Roman, öykü, şiir türlerinin dışında günlük ve anılar da Birinci Dünya Savaşı’nın ele alındığı önemli edebi türler arasındadır. Belçika kıyılarından İsviçre sınırına kadar Fransa’nın kuzey ve doğusunu 700 km kadar çevreleyen ve Batı Cephesi olarak anılan siperlerde farklı taraflarda savaşmış olan bazı askerler günlük tutmuşlardır. Alman subay Ernst Jünger cephedeki deneyimlerini In Stahlgewittern (1920, Çelik Yağmuru) adı altında toplamıştır. Jünger, anılarında savaşı erkek olmakla özdeşleştirdiğinden ve aşırı milliyetçi bir söylem kullanarak savaşı yüceltiğinden dolayı eleştirilmiştir (Bullock 52). Fransa’da ise Güney Fransa’nın şarapçılıkla geçinen bir köyünde şarap fıçıları yapan ve savaşta piyade er olarak çarpışan Louis Barthas’ın anıları dikkate değer: Les carnets de guerre de Louis Barthas, tonnelier, 1914-1918 (1977, Fıçıcı Louis Barthas’ın Savaş Günlükleri 1914-1918) (Hart 339). Yirmiden fazla roman yazmış olan İngiliz May Sinclair, savaş sırasında ambulanslarda kısa bir süre gönüllü hemşirelik yapmış ve izlenimlerini A Journal of Impressions in Belgium 1915 (1915, Belçika’daki İzlenimlerin Güncesi 1915) adlı kitapta yansıtmıştır. Yine Batı Cephesi’nde tüm savaş boyunca hemşirelik yapmış olan Edith Appleton’ın A Nurse at the Front: The Great War Diaries of Sister Edith Appleton (2012, Cephede Bir Hemşire: Rahibe Edith Appleton’ın Birinci Dünya Savaşı Anıları), aynı şekilde savaşta hemşirelik yapmış olan kadın yazar Enid Bagnold’un A Diary Without Dates (1918, Tarihleri Olmayan Bir Anı Defteri) savaşın dehşetini bu kez farklı bir ortamda, sahra hastanelerinde, yansıtır. Türk askerler de savaş anılarını kendi bakış açılarından yazmışlardır. Bunlar arasında Aziz Samih’in Büyük Harpte Kafkas Cephesi Hatıraları (1934), Fahrettin Altay’ın Görüp Geçirdiklerim: On Yıl Savaş 1912–1919 ve Sonrası (1970), Doktor Hüseyin Hüsnü Bey’in Not Defterinden Trablusgarp Savaşı (1988) ve İhsan Paşa’nın I. Cihan Savaşı ve Sarıkamış: Sibirya’da Esaretten Kaçış (1985) örnek olarak verilebilir (Hanilçe 2008: 150-153). Birinci Dünya Savaşı’nı işleyen pek çok tiyatro oyunu da vardır. Fransız François Porché’nin alegorik oyunu Les Butors et la Finette (1917, Kabalar ve Zariflik) çarpıcı gerçekleriyle bu konuda yazılmış en başarılı eserlerdendir. Daha çok çocuklar için kaleme almış olduğu Winnie-the-Pooh kitaplarıyla bilinen A. A. Milne’nin savaştan sonra memleketine dönen genci anlattığı The Boy Comes Home (1916, Oğlan Evine Döner) adlı komedisi, R. C. Sherriff’in Journey’s End’i (1928, Yolun Sonu) ve Joan Littlewood’un ironik bir dil içeren Oh, What a Lovely War’u (1963, Aman Ne Güzel Bir Savaş) İngilizlerin bu türe yaptıkları katkılardır. Stephen MacDonald’ın Not About Heroes (1982, Kahramanlar Hakkında Değil) adlı oyunu ise savaş şairleri Wilfred Owen ve Siegfried Sassoon arasındaki gerçek dostluktan yola çıkılarak kaleme alınmıştır. Peter Whelan, The Accrington Pals’de (1982, Accringtonlu Arkadaşlar) Accrington askerî birliğinin 1916’daki Somme Muharebesi’nde cephede yaşadıklarının yanı sıra x Accrington’da sivillerin, özellikle erkeklerini savaşa yollamış olan kadınların, çektikleri sıkıntıları dile getirir. Galli oyun yazarı Peter Gill‘in Versailles (2014, Versay) oyunu ise Versay Antlaşması çerçevesinde Birinci Dünya Savaşı’nın son günleri hakkındadır. İrlandalıların yazdığı tiyatro oyunları arasında ise Seán O‘Casey’nin oyunu The Silver Tassie (1928, Gümüş Kupa) önceleri futbolda takımına gümüş kupayı kazandıran bir kahramanken oyunun sonunda savaşta bacakları felç olan genç, yakışıklı Harry’nin hikâyesini dile getirir. Frank McGuinness’in 1690’da İrlandalıların İngilizlere karşı savaştıkları Boyne Muharebesi ile Birinci Dünya Savaşı’ndaki Somme Muharebesi arasında koşutluk kurduğu Observe the Sons of Ulster Marching Towards the Somme (1985, Ulster’ın Oğullarının Somme’a Doğru İlerlemesini Görün) da bu türde yazılmış eserlerin içinde önemli bir yer tutar. Türk tiyatrosunda ise Mithat Cemâl Kuntay’ın savaş sırasında verilen özgürlük mücadelesini ve halkın içinde bulunduğu umutsuzluğu anlatan, Türk insanına zafer inancı aşılayan ve milli duyguları uyandıran Yirmisekiz Kânunuevvel (1918) ile Fâik Ali Ozansoy’un Pâyitaht’ın Kapısında (1918) adlı eserleri sayılabilir. Hangi türde yazılmış olursa olsun, Birinci Dünya Savaşı’nı ele alan daha pek çok eser vardır. Savaşla ilgili eserlerden bir kısmı sadece döneminde popüler edebiyat bağlamında ünlenmiş ve günümüze kadar gelememiştir. Savaşı değişik açılardan yansıtan tüm bu eserlerde özellikle iki farklı söylem göze çarpar: kimi yazarın savaş karşıtı bir retorik kullanmasına karşın, kimisi de militarist bir retorik kullanarak âdeta savaş çığırtkanlığı yapmıştır. Kimi yapıtta öfkeli bir üslup, kimisinde milliyetçi bir gurur göze çarpar. Ancak, hepsinin ortak noktası savaşın dehşetini anlatmalarıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda üretilen eserlerin bir kısmının propaganda faaliyetleri çerçevesinde kamuoyunu etkilemek amacıyla yazıldığı bilinmektedir. Örneğin, savaşın başında Alman propaganda faaliyetlerinin yoğunluğu İngiliz hükümetini de harekete geçirmiştir: Ağustos 1914’de aynı zamanda ünlü bir yazar olan Charles Masterman’ı Wellington House’da konuşlanacak olan ‘War Propaganda Bureau’nun (Savaş Propagandası Bürosu) başına getirir. Masterman, 2 Eylül 1914’de İngiltere’nin neredeyse bütün önemli yazarlarını bir araya getiren bir toplantı düzenler. […] birkaç yazar dışındaki bütün yazarlar İngiliz propaganda faaliyetine katılmış olurlar. Yazarların ürettiği broşürler, öyküler, şiirler, makaleler ve daha sonraları kitaplar Masterman’ın yönettiği Wellington House tarafından maddi destek görür. İngiliz hükümeti ise desteği el altından yapar ve propaganda ürünleri özel yayınevleri tarafından yayınlanır. Böylece yayınlanan ürünlerin özellikle propaganda amacıyla üretildiği kamuoyundan gizlenmiş olur. xi Yazarlar hükümetin düzenlediği cephe gezilerine katılır ve orada gördüklerinden yola çıkarak raporlar, öykü ve romanlar üretirler. Doğal olarak bu geziler onlara ancak görmelerine izin verdiği kadarını gösterir. Yazarlar cephenin zorluklarından, savaş sonrasının kırgın ve eleştirel edebiyatına konu alacak [sic] insanlık dışı kıyım ve dayanılmaz siper koşullarından uzak tutulur. (Köseoğlu 2004: 38-39) Aynı şekilde etkin ve kapsamlı olmasa da Türkiye’de de Genel Karargâh İstihbarat Şubesi Müdürlüğü tarafından sanat ve edebiyatta öne çıkan isimlerin içinde bulunduğu “Heyet-i Edebiye” adlı bir temsilci birliği kurulur (Selçuk 2012: 200); bunu takiben bir Çanakkale gezisi yapılır; 1915 Temmuzunda bu geziye Enis Behiç [Koryürek], Orhan Seyfi [Orhon], Ömer Seyfettin, Çallı İbrahim gibi kültürel alanda öne çıkmış “on yedi isim katılır” (Köseoğlu 2004: 194-195). Bu kitapta, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi bünyesinde yer alan dil ve edebiyat bölümleri hocalarının katkısıyla Birinci Dünya Savaşı’nın edebiyata yansımalarını ortaya koymak amaçlanmıştır. Ayrıca, bu girişimin Fakültemiz’de akademik işbirliği anlamında bir ilki oluşturması açısından önemli olduğu düşünülmekte, benzeri başka girişimlere ilham kaynağı olması umut verici bulunmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın farklı edebiyatlardaki farklı edebi türlerde yansımaları ele alınmadan önce ise Üniversitemiz Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’den bir hocamızın da katkısıyla bu savaşın çerçevesi çizilmiş ve savaşla ilgili bazı tarihi hususlar üzerinde durulmuştu

    Kültürel Mirasın İzinde Ankara

    No full text
    Kentlerin belleği vardır. Sokakların, meydanların, binaların, kaldırımların, parkların, taşların ve ağaçların belleği... Cansız bina yığınından ve koşturan insanlardan ibaret gibi görünen kentlerin belleği... Elinizde tuttuğunuz bu kitap, o belleğin taşıyıcısı ve sürdürücüsü olan herkese ve herşeye adanmıştır. Bizi büyüten güzel Ankara'ya vefa borcumuzu ödeme çabasıdır bu derlem. Unutmaya ve unutturmaya karşı direnç, ayrıntılara ve belleğe bir övgüdür... Romanların, şiirlerin, mektupların, binaların, toprağın, heykellerin, yolların ve o yollarda yürüyenlerin içinde sakladığı, unutmadığı her ayrıntıya bir güzellemedir. Bin yılların kentine, Cumhuriyet'in başkentine sevgiyle kaleme alınmış bilimsel yazılardan ve tanıklıklardan meydana gelmiştir. Hacettepe Üniversitesi Tarihi ve Kültürel Mirası Araştırma Merkezi çatısı altında, Ankara'nın belleğine katkıda bulunmaktan mutluluk ve gurur duyuyoruz. Bu derlemin oluşmasına katkıda bulunan yazarlarımıza içtenlikle teşekkür ederiz

    Cultural Encounters in The Ottoman World and Their Artistic Reflections:in Honor of Prof. Dr. Filiz Yenişehirlioğlu

    No full text
    Prof. Dr. Filiz Yenişehirlioğlu kurucu dekan olarak görev aldığı Başkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi'ni üniversitenin rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal'm desteği ile üniversitenin 10. yılma rastlayan 2006'da kurar. Görsel Sanatlar ve Tasarım Bölümü'nün kuruluşunu takiben Iç Mimarlık ve Çevre Tasarımı bölümleri ardından da Sanat Tarihi ve Müzecilik Bölümü 2006'da akademik faaliyetlerine başlar. Ayrıca Müzik Bölümü ve üniversite öğrencilerinin geneline açık kültür ve sanatla ilgili farklı içerikli dersler sunan Güzel Sanatlar Birimi oluşturulur. Prof. Dr. Yenişehirlioğlu, Kültür ve Sanat Araştırmaları Merkezi adı altında farklı alanlarda projelerin yürütüldüğü bir merkezi de faaliyete geçirir. Yenişehirlioğlu'nun kurduğu fakültenin vizyonu çağdaş eğitimin vazgeçilmezi tasarımın, kültür ve toplumun yaşanılan mekân ile bütünleşik olduğu görüşüyle disiplinler arası bir programla öğrenciyi mezun etmeyi hedefler. Bu bağlamda Yenişehirlioğlu estetik, yaratıcı drama ve görsel kültürün değişik uygulamalarının yer aldığı bir program oluşturmayı amaçlar. Farklı ülkelerden çalıştaylar yapmaya gelen bilim insanlarının katılımlarıyla dolup taşan derslikler geç saatlere dek süren akademik çalışmalar, Güzel Sanatlar Birimi'nin sıklıkla düzenlediği kaliteli sergiler Yenişehirlioğlu'nun kurucu dekanlığı döneminde hız kazanır. Farklı disiplinlerden gelen bilim insanlarının birlikte olduğu Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi bünyesine öğretim üyesi kimliğimle 2005 yılında katılma fırsatını yakaladım. Bu süreçte yakından tanıma şansına sahip olduğum Filiz Yenişehirlioğlu hocam bitmez tükenmez enerjisi ve bilime çağdaş bakış açısı ile kendisinden çok şey öğrendiğim bir bilim insanıdır. Yenişehirlioğlu ile ortak paydada buluştuğum en önemli konu, tek bir alanda uzmanlaşan ve yaşamını bu alanda sürdüren, farklı alanların örtüştüğü bilgileri kullanamayan bireyler yetiştirmeye olan itirazımdı. Bunun yerine, üniversite kavramıyla asıl içinin doldurulması gerekenin ise farklı alan tecrübeleri ile yoğrulan, yeniyi üretebilen, kendini tanıyan birey olma kavramına, bir başka ifadeyle birey yetiştirme programına dahil olmaya duyduğumuz inançtı. Yenişehirlioğlu'nun kültür ve sanata yaygın bakış açısı aktif olarak yurtiçi ve dışında farklı oluşumlarla projeler yapmasını sağlamıştır. 1989 yılında T.C. Dışişleri Bakanlığı ile ortak çalışma sonucu yayınlanan Yurtdışındaki Osmanlı Mimari Eserleri üzerine bir kitap hazırlayan Yenişehirlioğlu ardından Tekfur Sarayı kazıları ile Eyüp Çömlekçiler Projesi'ni hayata geçirmiş, Topkapı Çini Projesi ile çalışmalarını sürdürmüştür. Yenişehirlioğlu'nun, sanatın ve içinde üretildiği toplumun irdelenmesi üzerine sayısız akademik çalışmaları­nın dışında Tübitak ve dergi hakemlikleri de mevcuttur. Ayrıca UNESCO Türkiye kültür varlıkları komisyon ve ASTAD SCOTT üyelikleri yanı sıra Ankara Mimarlar Derneği, Uçan Süpürge ve yerel yönetimlerle kültür envanteri gibi ortak çalışmaları da mevcuttur. 1991'de Fransız Kültür Bakanlığı Kültür Şövalyeliği ünvanına layık görülen Yenişehirlioğlu 1992 yılında iki ayrı ödül daha alır. Bunlardan ilki İtalya'da alanında ünlü kadın profosyonellere verilen "Adelaide Ristori" Ödülü diğeri ise Hacettepe Ünversitesi Senatosu'nun Bilim Ödülü'dür. Bu ödülleri 2006'da "Türkiye ve Yunanistan Arasında Mübadeleden Kalan Ortak Kültür Mirasının Korunması" Projesi ile Europa Nostra Ödülü takip eder. Sonuç olarak, bilimde ilerlemek "yeni'nin peşinde koşmakla sağlanır. Bunun en güzel örneği Prof. Dr. Filiz Yenişehirlioğlu hocamızdır
    corecore