37 research outputs found

    Ewing sarkomlu çocuk hastaların klinik özellikleri, prognostik faktörleri ve tedavi sonuçları: Tek merkez deneyimi

    Get PDF
    Introduction: Ewing sarcoma (ES) is a rare, aggressive, malignant tumor. It is the second most common malignant bone tumor in children. A total of 20-25% of patients are metastatic at the time of diagnosis. The survival rate for localized disease (LD) is approximately 70-74%. For metastatic disease (MD), it is about 30%. The most important prognostic factor affecting survival is the presence of MD at diagnosis. In this study, we investigated the clinical characteristics, treatment outcome, and factors affecting the prognosis and survival of patients followed up with the diagnosis of ES. Materials and Methods: Between 2007 and 2020, a total of 24 ES patients aged 0-18 years were retrospectively analyzed. Results: The most common complaint was pain and swelling in the lesion area (n=9), followed by pain (n=5), swelling (n=3), abdominal pain (n=2), shortness of breath (n=2), facial paralysis (n=1), spinal compression findings (leg pain and walking difficulty) (n=1) and hematuria (n=1). ES was bone-derived in 19 patients (79%). Of these, 14 had LD and 5 had MD at the time of diagnosis. Extraskeletal Ewing sarcomas (EES), was detected in five patients (21%) and derived from the kidney (n=1), rectus abdominis (n=1), left quadriceps femoris muscle (n=1), left upper thoracic region and lumbar region paraspinal muscles (n=2). The rate of MD was 25% (6/24) in the entire patient group. Disease progression was observed in three patients during treatment. Relapse at follow-up was observed in 6 of 19 patients in complete remission. The median time to relapse was 20 months (minimum 13, maximum 34 months) from diagnosis. The median survival of our patients after relapse was 14.5 months (minimum 6-maximum 27 months). Radiological response and histopathological response to induction therapy, presence of relapse or progression, and relapse site were found to be correlated with survival (Fisher’s Exact test p=0.02, 0.0047, [removed]Giriş: Ewing sarkomu nadir görülen, agresif, malign bir tümördür. Çocuklarda görülen ikinci en sık malign kemik tümörüdür ES tanı sırasında lokal (LH) ve metastatik hastalık (MH) olarak karşımıza çıkabilir. %20-25 hasta tanı sırasında metastatiktir. LH’de sağkalım yaklaşık %70-74’tür. MH’de ise %30 civarındadır. Sağkalımı etkileyen en önemli prognostik faktör tanı sırasında MH varlığıdır. Bu çalışmamızda ES tanısı ile takip ettiğimiz hastaların klinik özelliklerini, tedavi yanıtlarını, prognozu etkileyen faktörleri ve sağkalımlarını değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Hastanemizde 2007-2020 yılları arasında ES tanısı ile tedavi gören 0-18 yaş 24 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Başvuru şikayetleri en sık lezyon bölgesinde ağrı ve şişlik (n=9) iken, ağrı (n=5), şişlik (n=3), karın ağrısı (n=2), nefes darlığı (n=2), yüz felci (n=1), bacaklarda ağrı-yürümede zorluk yakınması ile gelen olgumuzda spinal bası bulguları (n=1) ve hematüri (n=1) hastaneye başvuru nedenleri idi. ES 19 hastada (79%) kemik kaynaklıydı. Bunların 14’ünde tanı sırasında lokal, 5’inde metastatik hastalık mevcuttu. Beş hastada (21%) ise ekstraskeletal saptanmış olup, böbrek (n=1), rektus abdominis (n=1), sol kuadriseps femoris kası (n=1), sol üst torakal bölge ve lomber bölge paraspinal kasları (n=2) kaynaklıydı. Tüm hasta grubunda MH oranı 25% (6/24) idi. Üç hastada tedavi altında progresyon görüldü. Tam remisyona giren 19 hastanın 6’sında (6/19) izlemde relaps gözlendi. Relaps zamanı tanıdan itibaren ise ortanca 20 ay (minimum 13, maksimum 34) idi. Hastalarımızın relaps sonrası yaşam süresi ortanca 14.5 ay (minimum 6-maksimum 27 ay) idi. İndüksiyon tedavisine radyolojik yanıt, indüksiyon tedavisine histopatolojik yanıt, relaps ya da progresyon varlığı ve relaps yeri sağkalım ile ilişkili olarak bulundu (Fisher’s exact test p=0,02, 0,0047, <0,001, 0,001). Sonuç: ES mortalite ve morbiditesi yüksek olan bir kanser türüdür. En sık semptom ağrı ve şişlik olmakla birlikte tümörün kaynaklandığı bölgeye göre semptomlar farklılık gösterebilir. Indüksiyon tedavisine yanıt, relaps-progresyon varlığı prognozu etkileyen faktörlerdir. Sağkalımı artırmak için tedavi kişiselleştirilmelidir

    Çocukluk çağı lösemilerinde FLT3 ve WT1 mutasyonları

    No full text
    FLT3 and WT1 mutations in childhood acute leukemiaFLT3 and WT1 genes are the frequently somatic mutations in acute leukemias. The majority of retrospective data indicate that FLT3 and WT1 mutations are an independent variable that confer a poor prognosis in acute leukemias, AML especially. In this study, mutation analysis of the standardization and routine availability of methods in our hospital, aimed to investigate the presence of mutations FLT3 and WT1 gene. Twenty-one patients diagnosed as ALL, three patients diagnosed as AML, and one patient diagnosed as biclonal leukemia by cytomorphological, immunohistochemical and flow-cytometric methods were included in this study. We analysed diagnostic (23 patients) and relapse (2 patients) bone marrow specimens. FLT3-TKD mutations were detected in only one patient in the AML group. The patient with the mutation was a 12 year old boy, in AML/M5, with normal karyotype, who is alive and also in remission. None of the ALL and AML patients harbored any FLT3-ITD and WT1 mutations. Because of the small number of patients, it could not be concluded the results were associated with the frequency and prognostic effects of mutations. As a result, analyses of these mutations in our hospital using a standardized method, have been used routinely. A large prospective study is necessary to confirm the clinical significance of FLT3 and WT1 mutations in childhood leukemia.Keywords: Acute leukemias, FLT3 mutations, WT1 mutationAkut lösemilerde riske dayalı sağaltım yaklaşımı, hastalık yönetiminin temelini oluşturmaktadır. Riske dayalı sağaltımda en önemli faktörlerden biri sitogenetik/moleküler genetik anomalilerin varlığıdır. Lösemilerde, blastik hücrelerin sitogenetiği ile ilişkili çalışmalar sonrasında, tirozin kinaz reseptörleri ile ilişkili mutasyonlar başta olmak üzere, çeşitli nokta mutasyonları tanımlanmıştır. FLT3 mutasyonları, akut lösemilerde, özellikle de AML' de bilinen en sık somatik değişikliktir. Özellikle FLT3-ITD mutasyonu ve WT1 mutasyonları lösemilerde kötü prognoz ile ilişkilendirilmiştir. Bu çalışmanın amacı, özellikle çalışma metodunun standart hale getirilmesi ve bundan sonraki dönemde akut lösemi tanısı alan tüm hastalarda mutasyon analizinin rutin olarak yapılabilmesi, akut lösemili hastalarımızda bu mutasyonların varlığının saptanmasıdır. Çalışmaya ALL tanılı 21, AML tanılı 3 ve biklonal lösemi tanılı bir hasta olmak üzere, toplam 25 hasta alındı. ALL grubunda FLT3-ITD, FLT3-TKD ve WT1 mutasyonlarına rastlanmadı. AML grubunda ise FLT3-ITD ve WT1 mutasyonlarına rastlanmazken, sadece AML/M5 tanılı bir hastada Heterozigot Del836 saptandı. Bu hasta erkek olup tanı yaşı 153 ay, tanı lökosit sayısı 40580/mm3 idi. Karyotip normal olan hasta, indüksiyon sağaltımına yanıtlı, tedavisiz 6 aydır remisyonda izlenmektedir. Bu çalışmada hasta sayısının az olması nedeniyle mutasyon sıklığı ve prognoz üzerine etkisi ile ilişkili veri elde edilememiş olmakla beraber, çalışma metodu standardize edilmiş, rutin kullanılmaya başlanmıştır. Bu haliyle, özellikle AML' li hastalarda mutasyon analizi sonuçlarının kısa sürede elde edilmesi ile olası klinik seyir beklentisi ve sağaltım programlaması konusunda erken dönemde bilgi edinilebilecektir. Hasta sayısının artması ile beraber, hastalarımızda bu mutasyonların sıklığı ve özellikle literatürde vurgulandığı gibi erken relapslara etkisi ile ilgili yorum yapılabilecektir

    Çocukluk çağı akut lösemilerinde FLT3 ve WT1 mutasyonları

    No full text
    Giriş: Lösemiler tüm çocukluk çağının en sık karşılaşılan maliyn hastalığıdır.Gerek akut lenfoblastik lösemi (ALL)' de gerekse de akut myeloblastik lösemi (AML)'de riske dayalı sağaltım yaklaşımı,hastalık yönetiminin temelini oluşturmaktadır.Riske dayalı sağaltımda en önemli risk faktörlerinden biri sitogenetik/moleküler genetik anomalilerin varlığıdır.Lösemilerde,blastik hücrelerin sitogenetiği ile ilşkili çalışmalar son yıllarda hız kazanmış ve bu çalışmalar sonucunda tirozin kinaz reseptörleri ile ilişkili mutasyonlar başta olmak üzere,çeşitli nokta mutasyonları arka arkaya tariflenmeye başlamıştır.Lökomogenezde önemi saptanan bu mutasyonların,aynı zamanda prognoza etkisi üzerinde de çalışmalar devam etmektedir.Sınıf III tirozin kinaz reseptörlerinden biri olan FMS-like tirozin kinase3 (FLT3),normalde hematopoetik kök hüçre tarafından eksprese edilmekte ve ekspresyon kök hüçrenin proliferasyonu,diferansiyasyonu ve apopitozu üzerine etki etmektedir.FLT3 mutasyonları ise bugün için akut lösemilerde,özelikle de AML'de bilinen en sık somatik değişiklik olup, reseptörde ligand bağımsız olarak hareket ederek proliferasyonu ve apopitozu kontrolsüz hale getirmektedir. FLT3mutasyonları iki tip olup,erişkinlerde kıyasla çocuklarda çok daha nadir olarakgörülmektedir.Buna göre çocuklarda FLT3-internal tandem mutasyonlarına (FLT3-ITD)%15oranında,FLT3tirozin kinaz bölgesi nokta mutasyonlarına (FLT3-TKD) ise yaklaşık %6oranda rastlanmaktadır. Yapılan çalışmalar,FLT3-ITD mutasyonlarının kötü prognostik belirteç olduğu şeklinde sonuçlanmıştır. Buna karşılık FLT3-TKD mutasyonlarının prognostik önemi hala tartışmalıdır.Wilms tümör1 (WT1) isebir tümör süpresör gen olup,FLT3 mutasyonları gibi lösemilerde görülmekte, ancak sıklık erişkin hastalarda %10 dolayında olup, çocuk hastalarda çok daha nadir olarak karşımıza çıkmaktadır.WT1mutasyonlarıda aynı FLT3-ITD mutasyonları gibi kötü prognoz ile ilişkilendirilmektedir.Bu çalışmaların amacı birincil olarak,akut lösemili hastalarda FLT3-ITD,FLT3-TKD ve WT1 mutasyonlarının belirlenmesini standart hale getirip sürekliliğini sağlamak,ikincil olarak hasta grubunuzda bu mutasyonların varlığını göstermektir.Elde edilecek sonuçların ileride artacak hasta sayısı ile değerlendirilmesi,özelikle FLT3 mutasyonlarının neden olduğu ligand bağımsız reseptör aktivasyonu inhibe eden hedefe yönelik küçük moleküllerin sağaltım protokollerinde yer alması ile sağ kalımların artmasına katkı sağlayacaktır

    Non-typhoidal Salmonella bacteraemia in paediatric leukaemia patients

    Get PDF
    WOS: 000439064100006PubMed ID: 30150887Non-typhoidal Salmonella (NTS) is an important pathogen that causes gastroenteritis, bacteraemia, and focal infections. Herein, we present our experience with bloodstream infections caused by Salmonella in paediatric leukaemia patients, which has been reported for the first time in both Europe and the US. According to our research, NTS might be a cause of serious infections in paediatric haematology-oncology patients. Following a low bacterial diet and increasing the hygiene of both the children and their surroundings would be beneficial in preventing these infections

    A Newborn with Giant Cell Tumor of the Occipital Bone: Case Report

    No full text
    Giant cell tumors of bone (GCTB) are commonly benign neoplasms and characterized by regional progressive and destructive lesions. They have a malignant potential and the capacity to metastasis. Incidents of GCTB are reported in 20% of all benign and 5% of all malignant bone tumors and pediatric cases account for less than 5% of all them. the first line treatment strategy for GCTBs is surgical resection. A male baby presented at our hospital on his 10th day of life suffering from respiratory distress and persistent vomiting. His blood and urine panels were within normal parameters. CMRI was performed to evaluate his condition. the CMRI report noted a “suspected 4x3 cm contrasted bone-derived malignant-looking mass at the left posterior fossa of the cranium”. the biopsy confirmed: “A grade 1-2 giant cell tumor of bone”. Surgical resection was not possible because of the location of the mass and its proximity to blood vessels but chemotherapy was the one strategy available in this particular case. the chemotherapy regimen consisted of cisplatin 1 mg/kg/day (1-3 days) and doxorubicin 1 mg/kg/day (1,2 days) and was applied four times every month. Using CMRI, we noted a reduction in mass of more than 50% after two sessions and complete regression after four sessions. the patient was given regular follow-ups with no evidence of recurrence and co-morbidity were observed over the next 60 months. We recommend chemotherapy as a successful alternative strategy when surgical resection, radiotherapy, and other therapies are not applicable for GCTBs

    Kanser Tedavisi Gören Çocuklarda Uzun Süre Sonra Görülen Diş Anomalileri

    No full text
    Objective: the aim of this study is to determine the frequency of dental anomalies (DAs) (microdontia, hypodontia, hyperdontia, enamel defect, root malformation) in pediatric cancer patients at the ages <5 years and between 5 and 7 years, and understand their relationship with the received therapy. Materials and Methods: Pediatric patients who were diagnosed with cancer and treated before the age of 7 years were investigated in a case- control design. the study included 93 pediatric patients whose ages at diagnosis were between 9 months and 7 years and whose treatments were completed before 5-8 years. Group A consisted of patients in the age range of 9 months to 4 years and Group B consisted of patients in the age range of 5-7 years. Seventy-two siblings with compatible dental age ranges were included in the control group. For both groups, intraoral examinations were performed and panoramic radiographs were taken. Results: Among the 93 pediatric patients, the mean age was 9.54±1.25 (range: 8-13 years) and 48 (51.6%) patients were male. the most common diagnosis was hematologic malignancy with a rate of 65.5%. At least one DA was detected in 7 (9.7%) individuals of the control group and in 78 (83.9%) of the patient group. While the patients in the study group had all kinds of DAs, those in the control group had only enamel defects. the rates of microdontia (p=0.077) and hypodontia (p=0.058) were detected to be significantly higher in Group A than in Group B. Root malformation was more common in patients receiving chemotherapy and radiotherapy than in those receiving only chemotherapy (p=0.006). Conclusion: in this study it was found that the pediatric patients who received cancer treatment before the age of 7 years constituted a high-risk group for DAs. the frequencies of microdontia and hypodontia were increased even more when the patient was treated for cancer before 5 years of age.Amaç: Çalışmanın amacı <5 ve 5-7 yaş arası kanser tanısı alıp tedavi görmüş hastalarda diş anomalileri (DA) (mikrodonti, hipodonti, hiperdonti, mine kusuru, kök şekil bozukluğu) sıklığını belirlemek ve alınan tedavi ile ilişkini saptamaktır. Gereç ve Yöntemler: Kanser tanısı alıp 7 yaş öncesi tedavi görmüş çocuk hastalar olgu kontrol yöntemiyle araştırıldı. Kanser tedavisinin üzerinden en az 5-8 yıl geçmiş, tanı yaşı 9 ay ile 7 yıl arasında değişen, 93 hasta çalışmaya dahil edildi. Grup A 9 ay-4 yaş arasındaki hastalardan, Grup B 5-7 yaş arasındaki hastalardan oluşuyordu. Kontrol grubu olarak hastaların yaş aralığı uygun 72 kardeşi alındı. Hasta ve kontrol grubunun ağız içi muayeneleri yapıldı ve panoramik radyografileri alındı. Bulgular: Doksan üç hastanın yaş ortalaması 9,54±1,25 (dağılım 8-13 yıl) ve 48’i (%51,6) erkekti. En sık rastlanan tanı, %65,5 oranında hematolojik malignitelerdir. En az bir tane DA, hasta grubunun 78’inde (%83,9) ve kontrol grubunun 7’sinde (%9,7) saptandı. Çalışma grubundaki hastalarda her çeşit DA görülürken, kontrol grubunda sadece mine kusuru vardı. Grup A’da mikrodonti (p=0,077), hipodonti (p=0,058) oranlarının, Grup B’ye göre daha yüksek olduğu saptandı. Kök şekil bozukluğu kemoterapi ve radyoterapi alan hastalarda sadece kemoterapi alanlara göre daha fazla görüldü (p=0,006). Sonuç: Bu çalışmada 7 yaşından önce kanser tedavisi gören hastaların DA’lar yönünden yüksek riskli grup oluşturduğu saptanmıştır. Hastalar 5 yaşından önce kanser tedavisi gördüğünde mikrodontia ve hipodontinin sıklığı daha da artmıştır

    Reasons for Failure of Antifungal-lock Therapy with Caspofungin: Need for Higher Concentrations

    No full text
    Antifungal-lock therapy (AfLT) has arrived as an investigational approach for preventing catheter removal with limited clinical evidence of its efficiency. The principle of AfLT consists of catheter lumen replenishment by a selected antimicrobial agent and then locking it for an alternative treatment to eradicate the microbes embedded in endoluminal biofilms. Herein, we report a pediatric hematology-oncology patient with Candida parapsilosis-related central venous access device infection in which catheter removal was performed despite the systemic and intraluminal caspofungin treatment. For now, we recommend higher doses of caspofungin for AfLT especially in Candida parapsilosis-related catheter infections
    corecore