11 research outputs found

    Ortak hücre sendromlarındaki düşük kan basıncında otonomik sinir sistemi,kardiyovasküler sistem ve endokrin sistemlerin yerleri

    No full text
    TEZ729Tez (Uzmanlık) -- Çukurova Üniversitesi, Adana, 1989.Kaynakça (s. 100-107) var.107 s. ; 30 cm.

    Hücre membranı, hücre içi değişikliklerin ve hiperinsülineminin primer hipertansiyonun fizyopatalojisindeki yerleri

    No full text
    TEZ2534Tez (Yandal Uzmanlık) -- Çukurova Üniversitesi, Adana, 1996.Kaynakça (s. 68-75) var.75 s. ; 30 cm.

    Hemodiyaliz hastasında koroner anjiyografi sonrası gelişen kolesterol embolizasyon sendromu

    No full text
    Kolesterol embolizasyon sendromu (KES), aorta ve major dallarının aterosklerotik plaklarından kaynaklanan kolesterol kristallerinin küçük arteriolleri tıkaması ile meydana gelen sistemik bir bozukluk olup, lokal iskemi ve organ hasarı ile sonuçlanır. Tanı çoğu zaman özellikle diyaliz hastalarında atlanmakta olup kesin bir tedavisi yoktur ve mortalitesi oldukça yüksektir. Burada koroner anjiyografi sonrası ayak parmaklarında morarma ve nekrotik ülsere yaraları gelişen ve cilt biyopsisi ile tanısı doğrulanan kolesterol embolizasyon sendromu olan hemodiyaliz hastası literatür bilgileri ile tartışılmıştır.Cholesterol Embolization Syndrome (CES) is a systemic disorder due to cholesterol crystal embolization from atherosclerotic plaques of the aorta and its major branches to the small arterioles, resulting in local ischemia and organ damage. The diagnosis is mostly missed, especially in dialysis patients. There is no definite treatment available and the mortality is relatively high. We present a hemodialysis patient with cholesterol embolization syndrome who developed discoloration of the toes and necrotic ulcers after coronary angiography and whose diagnosis was confirmed with skin biopsy, and discuss the case with literature information

    Bir üniversite hastanesi medikal ve cerrahi yoğun bakım üniteleri nozokomiyal infeksiyonlarında antimikrobiyallere direnç problemi, 2 yıllık prospektif çalışma

    No full text
    Amaç: Bir üniversite hastanesinde dört yoğun bakım ünitesinde yatan hastalarda nozokomiyal infeksiyonların sıklığı ile izole edilen patojenlerde antimikrobiyallere direnci belirleme. Yöntem ve Gereç: Medikal, cerrahi ve reanimasyon yoğun bakım ünitelerinde yatan hastalar prospektif olarak izlendi. İzolatlar CDC kritelerine göre belirlenen nozokomiyal infeksiyonlardan toplandı. İzolatların tanımlanması ve antibiyotiklere duyarlılığı Sceptor (Becton Dickinson) otomatize sistemle CCLS kriterlerine göre yapıldı. Bulgular: YBÜ’lerinde yatan 3962 hastada, nozokomiyal infeksiyon insidansı % 6,9; en yüksek oran reanimasyon YBÜ’nde (% 14,7), en düşük oran cerrahi YBÜ’nde (% 2,5) olarak belirlendi. 272 hastada 492 Nİ epizodu belirlendi. Nİ insidansı 1000 hasta gününe 13,1 olarak saptandı. Nİ oranları, üriner sistem (% 32), primer bakteriyemi (% 24), pnömoni (% 20), cerrahi alan (% 13) ve diğer infeksiyonlar % 11 bulundu. Pnömoni Reanimasyon YBÜ’nde en sık saptanan (% 54) Nİ idi. Etkenlerin % 39’u gram pozitif, % 52’si gram negatif bakteri, % 9’u Candida türleri idi. En sık izole edilen bakteri S. aureus (% 18); bunu P. aeruginosa (% 16), Acinetobacter spp. (% 10), koagülaz negatif stafilokok (KNS) (% 10), Klebsiella (% 9), E. coli (% 9), ve Enterococcus spp. (% 9) izlemekteydi. S. aureus türlerinde metisilin direnci % 90, KNS larda % 95, S. aureus ve KNS larda vankomisine direnç saptanmadı. Enterokokların % 8’i vankomisine dirençli idi. Gram negatiflere en etkili antibiyotik karbapenemi, amikasin ve siprofloksasin izlemekteydi. P. aeruginosa suşlarının % 5’i ile Acinetobacter türlerinin % 15’i tüm antibiyotiklere dirençli bulundu. Acinetobacter türlerine en etkin antibiyotikler imipenem (% 73), tobramisin (% 46); Pseudomonas türlerine tikarsilin/klavulanat (% 56), piperasilin (% 44), imipenem (% 33); Klebsiella türlerine imipenem (% 92), E. coli suşlarına imipenem (% 94), amikasin (% 94), siprofloksasin (% 74); Enterobacter türlerine siprofloksasin (% 89), imipenem (% 78) idi.Aim: To determine the frequency of nosocomial infections (NIs) and the antimicrobial resistance of pathogens isolated from patients admitted to 4 intensive care units (ICUs) at a university hospital. Materials and Methods: The patients were prospectively followed over 2 years in medical, surgical, and reanimation ICUs. The isolates were collected from patients with NI determined by the Center for Diseases Control and Prevention criteria. The identification was performed and susceptibility to antibiotics was determined in an automated system Sceptor (Becton Dickinson) as described by the CCLS. Results: Among the 3962 patients in the ICUs, total NI incidence was 6.9%, with the highest rate in the reanimation ICU (14.7%) and the lowest rate in the surgical ICU (2.5%). In all, 492 NI episodes were diagnosed in 272 patients. The incidence of NIs was 13.1 per 1000 patient days. The NIs were urinary tract infections (32%), primary blood stream infections (24%), pneumonia (20%), surgical-site infections (13%), and other infections (11%). Pneumonia was the most common NI in the reanimation ICU (54%). The pathogens were 39% gram-positive bacteria, 52% gram-negative bacteria, and 9% Candida species. S. aureus (18%) was the most frequently isolated bacteria, followed by P. aeruginosa (16%), Acinetobacter spp. (10%), coagulase negative staphylococcus (CNS) (10%), Klebsiella (9%), E. coli (9%), and Enterococcus spp. (9%). Resistance to methicillin was 90% in S. aureus isolates and was 95% in the CNS isolates; no resistance was detected to vancomycin in S. aureus and CNS isolates. Eight percent of Enterococcus isolates were resistant to vancomycin. Against the gramnegative bacteria the carbapenems were most active, followed by amikacin and ciprofloxacin. Five percent of P. aeruginosa and 15% of Acinetobacter spp. were resistant to all antibiotics. The most active antimicrobial agents against Acinetobacter spp. were imipenem (73%) and tobramycin (46%); against Pseudomonas spp. were ticarcillin/clavulanate (56%), piperacillin (44%), and imipenem (33%); against Klebsiella spp. was imipenem (92%); against E. coli were imipenem (94%), amikacin (94%), and ciprofloxacin (74%); and against Enterobacter spp. were ciprofloxacin (89%) and imipenem (78%)

    The role of intracellular ions in pathogenesis of primary hypertension

    No full text
    Hipertansiyon patogenezinde intrasellüler iyonlar önemli bir rol oynamaktadırlar. Çalışmamızın amacı primer hipertansiyonu olan hastalarda eritrosit membranındaki Ca2+Mg2*ATPaz ve Na*lCATPaz enzimleriyle, bu enzimlerin regülasyonunda önemli rol oynadıkları bilinen Ca2*lC ve Na+ elementlerinin serum ve intrasellüler düzeylerini araştırmaktı. Daha önce hiç antihipertansif ilaç kullanmamış primer hipertansiyonlu 20 hastada (13E,7K) ve benzer yaş grubundaki sağlıklı 10 bireyde (5E,5K) eritrosit membranındaki Na*lCATPaz ve Ca^M^ATPaz enzim aktiviteleri ve intrasellüler elektrolit düzeyleri ölçüldü. Hastaların yaş ortalaması 40±8 yıl, kontrol grubunun ise 39±10 yıl idi. Primer hipertansiyonlu (PHT) hastalarda Na*lCATPaz ve Ca^M^ATPaz enzim düzeylerinin kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük olduğu görüldü (sırasıyla p<0.0005, p<0.0005). PHT'lu hastalarda kontrol grubuna göre intrasellüler Na* ve Ca*2 yüksek (p<0.0005 ve p<0.0005), intrasellüler IC düşük (p<0.0005) bulunurken total serum Ca*2 düzeyleri düşük (p<0.005), Na+ ve IC düzeylerinde fark olmadığı görüldü. Sonuç olarak PHT'lu hastalarda intrasellüler Ca*2 ve Ha*'da da artış, iC'da düşüş saptandı. Bu değişiklikler Na*lCATPaz ve Ca^M^ATPaz enzim aktiviteleriyle ilgili olabileceği düşünüldü

    The effects of α\alpha1 adrenoreceptor blockers on the renal function and autonomic nervous system in the patient with primary hypertension

    No full text
    : a» adrenoreseptör blokajının primer hipertansiyonlu hastalarda renal fonksiyonlar ve otonomik sinir sistemi üzerindeki etkisini incelemek amacıyla bu çalışma yapıldı. Daha önce tedavi almamış yaş ortalaması 44±11 yıl olan 17 (9E, 8K) hastaya 45 gün süreyle a» adrenoreseptör blokeri doksazosin 2 mg/gün peroral verildi. Hastaların sistolik kan basıncı (SKB), diyastolik kan basıncı (DKB) ve ortalama arteryel kan basıncı(OAKB) tedavi sonrası anlamlı derecede düşerken (sırasıyla p<(y.0001, p<0.0001, p<0.0001) mikroalbuminüri, plazma renin aktivitesi (PRA), aldosteron, valsalva oranı, handgrip testinde anlamlı bir değişiklik olmadı. Tedavi sonucu renal renkli doppler ultrasonografi (USG) ile yapılan ölçümlerde ana renal arterin maksimal, minimal, ortalama kan volümünde değişiklik saptanmadığı halde, interlober arterin maksimal, minimal ve ortalama kan hızında önemli düşme gözlendi (sırasıyla p<0.01, p<0.0009, p<0.01). Tedavi sonunda ana renal arterin pulsatil indeks (Pl) ve rezistans indeksi düşerken (sırasıyla p<0.003, p<6.02), interlober arterde değişiklik gözlenmedi. Sonuç olarak, primer hipertansiyonlu hastalarda doksazosinle kan basıncının iyi kontrol edilebildiği, otonom testlerde önemli bir bozukluk yaratmadığı ve renin-angiotensin aldosteron aksına etki etmediği saptandı. Ayrıca renkli doppler USG'de renal kan akımında olumlu yönde değişikliğe neden olduğu tesbit edildi

    The effects of L-Carnitin supplementation on lipid profiles, lipid peroxidation, Ca2+Mg2+ATPase and intracellular Ca2+in the patients undergoing hemodialysis

    No full text
    zL-karnitin, memeli dokularında yağ asitlerinin oksidasyonunda rol alan önemli bir maddedir. Kronik hemodiyaliz hastalarında L-karnitin metabolizmasında bozukluk olduğunun gösterilmesinden sonra nefrolojide klinik olarak ilgi çekici bir faktör haline gelmiştir. Bu çalışmada, kronik hemodiyaliz hastalarında, lipid L-karnitin düzeyleri ile oral lipid L-karnitin tedavisinin, lipid profili, lipid peroksidasyonu, eritrosit membranında kalsiyum magnezyum adenozin 5' trifosfataz (Ça2+Mg2+ATPaz) ve sodyum potasyum adenozin 5' trifosfataz (Na*lC ATPaz) enzimleri ile intrasellüler Ca2* düzeyleri üzerine etkisini göstermek amaçlanmıştır. Çalışmada değişik etyolojili 15 hemodiyaliz hastasına 1 g/gün L-karnitin oral olarak 60 gün süreyle verilmiştir. Tedavi sonrasında intrasellüler Ca değerleri düşmüş, Ca Mg ATPaz değerleri ve Na K ATPaz enzim aktiviteleri artmıştır(p<0.001, p<0.01). Artmış olan malonil dialdehit düzeyleri ile birlikte serum trigliserid düzeyleri düşerken, yüksek dansiteli lipoprotein (HDL)-kolesterol düzeyleri artmıştır. Hematokrit (Htc) düzeyleri ise tedavi öncesine göre artmıştır. Sonuç olarak oral L-karnitin tedavisiyle üremik eritrosit içi kalsiyum düşmüş, üremik eritrosit membranında düşmüş olan Ca2+Mg2+ATPaz ve Na*K*ATPaz enzim aktivitelerinde artış elde edilmiştir. Ayrıca HCT ve HDL kolesterol düzeyi yükselmiş, üremik serumda artmış bulunan MDA tedaviyle düzelmiştir

    The rate, risk factors, and outcome of fungal peritonitis in CAPD patients: Experience in Turkey

    No full text
    Continuous ambulatory peritoneal dialysis (CAPD) is an increasingly popular replacement therapy for patients with end-stage renal disease (ESRD). However, peritonitis continues to be a frequent complication of CAPD. Pathogenic bacteria and a small number of fungi cause the majority of cases of peritonitis. In most series, about 2% – 10% of CAPD-related peritonitis episodes have a fungal etiology. About 80% – 90% of fungal peritonitis (FP) episodes are caused by yeasts of the Candida species, less frequently by a variety of other yeasts and filamentous fungi. Fungal peritonitis is often a major cause of treatment failure in patients on CAPD and carries high risk of morbidity and mortality. The risk factors that predispose to the development of FP and regimens for FP treatment are not clear. In an attempt to identify the rate and risk factors for FP, and to examine outcome in relation to treatment strategies, we reviewed our experience with FP in this multicenter study

    Severe vitamin D deficiency in chronic renal failure patients on peritoneal dialysis

    No full text
    The aim of this study was to evaluate the prevalence of vitamin D deficiency in chronic renal failure (CRF) patients on peritoneal dialysis (PD) and to correlate the findings with various demographic and renal osteodystrophy markers. Method: This cross-sectional, multicenter study was carried out in 273 PD patients with a mean age of 61.7 +/- 10.9 years and mean duration of PD 3.3 +/- 2.2 years. It included 123 female and 150 male patients from 20 centers in Greece and Turkey, countries that are on the same latitude, namely, 36 - 42 degrees north. We measured 25(OH)D-3 and 1.25(OH)(2)D-3 levels and some other clinical and laboratory indices of bone mineral metabolism. Results: Of these 273 patients 92% (251 patients) had vitamin D deficiency i.e. serum 25(OH)D-3 levels less than 15 ng/ml, 119 (43.6%) had severe vitamin D deficiency i.e. serum 25(OH)D-3 levels, less than 5 ng/ml, 132 (48.4%) had moderate vitamin D deficiency i.e. serum 25(OH)D3 levels, 5 - 15 ng/ml, 12 (4.4%) vitamin D insufficiency i.e. serum 25(OH)D3 levels 15 - 30 ng/ml and only 10 (3.6%) had adequate vitamin D stores. We found no correlation between 25(OH)D-3 levels and PTH, serum albumin, bone alkaline phosphatase, P, and Ca x P. In multiple regression analyses, the independent predictors of 25(OH)D-3 were age, presence of diabetes (DM-CRF), levels of serum calcium and serum 1.25(OH)(2)D-3- Conclusion: We found a high prevalence (92%) of vitamin D deficiency in these 273 PD patients, nearly one half of whom had severe vitamin D deficiency. Vitamin D deficiency is more common in DM-CRF patients than in non-DM-CRF patients. Our findings suggest that these patients should be considered for vitamin D supplementation
    corecore