10 research outputs found

    Uykuda saç koparma: Bir pediyatrik olgu

    Get PDF
    Kişinin kendi kılını karşı konulamaz bir şekilde çekip koparması olarak tanımlanan trikotilomani, DSM-IV-TR'da Başka Türlü Adlandırılamayan Dürtü Kontrol Bozuklukları başlığı altında sınıflandırılmaktadır. Bu davranış, artmış öfke ve kaygı gibi duygular nedeni ile ortaya çıkan gerilimi ortadan kaldırmak için yapılmaktadır. Olgumuz, tüm gece boyunca uyurken saçını koparma ve altını ıslatma bulguları gösteren 11 yaşında erkek çocuğuydu. Ayırıcı tanı için olgumuza tüm gece süresince uyku sırasında polisomnografi uygulanarak, epileptik deşarjların ayırt edilmesi amaçlandı. Sonuçlar normal sınırlarda bulundu. Trikotilomani ön tanısı tartışıldı. Trikotilomaninin parasomni tanısı adı altında değerlendirilmesinin daha uygun olacağı sonucuna varıldı.Trichotillomania, defined as an irresistible urge to pull and pluck one's own hair, is categorized as an impulse control disorder not otherwise specified in DSM-IV-TR. This behavior is performed in response to a number of emotions such as increasing temper or anxiety and gives resultant tension relief. Our case is an 11-year-old boy who showed signs of pulling his hair overnight and bedwetting when he was sleeping. Polysomnography was performed on him overnight during sleep to differentiate epileptic discharge, for a differential diagnosis. The results were within normal limits. The initial diagnosis of trichotillomania was discussed and we concluded that it would be more appropriate to evaluate the case under the diagnosis of parasomnia

    Valproat tedavisi alan çocuklarda serum ghrelin ve nöropeptid Y düzeylerinin değerlendirilmesi

    Get PDF
    Amaç: Tartı alımı ve obezite uzun süreli valproik asit tedavisi alan epileptik hastalarda oldukça sık rastlanan ve etyolojisi net olarak bilinmeyen bir yan etkidir. Bu çalışmada valproik asit tedavisi alan çocuklarda meydana gelen tartı alınımı ile serum ghrelin ve nöropeptid Y düzeylerinin ilişkisi araştırılmıştır. Hastalar ve Yöntemler: Bu çalışmaya epilepsi tanısıyla takip edilen, ilk defa çocuk polikliniğimize başvuran ve sadece valproik asit tedavisi alan 25 çocuk hasta (14 erkek, 11 kız; ort. yaş 7.7±3.8; dağılım 4-12) alınmıştır. Hastalar tedavi öncesi ve tedavi başlangıcından bir yıl sonra vücut kitle indeksi, serum ghrelin ve nöropeptid Y düzeyleri bakılarak değerlendirilmeye alınmıştır. Bulgular: Çalışma sonunda olguların %48'inde obezite gelişirken, ortalama vücut kitle indeksi ölçümlerinde artma, serum ghrelin ve nöropeptid Y düzeylerinde ise azalma gözlenmiştir. Sonuç: Bu çalışma valproik asit tedavisi gören çocuklarda serum ghrelin ve nöropeptid Y düzeylerinde azalma olduğunu göstermiştir. Valproik asit tedavisi ile ilişkili tartı alımında etkili faktörlerin değerlendirilmesinde daha uzun süreli, daha fazla hastanın katılımında kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır.Objectives: Weight gain and obesity are also among the side effects of long-term valproate treatment, whose etiology remains unclear. The aim of this study is to investigate the relationship between weight gain, serum neuropeptide Y and ghrelin levels in children taking valproate treatment. Patients and Methods: Our study included 25 epileptic children (14 males, 11 females; mean age 7.7±3.8 years; range 4 to 12 years) who were taking only valproate monotherapy at the outpatient clinics. All study participants were analyzed in terms of body mass index, serum neuropeptide Y and ghrelin levels before treatment and after a follow-up period of one year. Results: At the end of follow-up, the mean body mass index measurements increased, whereas the mean serum neuropeptide Y and ghrelin levels decreased; twelve patients (48%) gained obesity. Conclusion: This study demonstrated low serum ghrelin and neuropeptide Y levels in children receiving valproate treatment. New studies with larger sample sizes and longer follow-up periods are needed to evaluate the mechanism of weight gain due to valproate treatment in this population

    Çocuklarda Epstein-Barr virüsüyle ilişkili akut enfeksiyöz mononükleozun klinik ve laboratuvar özelliklerinin değerlendirilmesi

    Get PDF
    Amaç: Epstein-Barr virüsünden kaynaklanan enfeksiyöz mononukleozun değişik semptomları, ayırıcı tanıda hekimlerin aklını karıştırabilir. Bu çalışmanın amacı semptomatik çocuklarda bu hastalışın klinik ve laboratuvar bulgularının değerlendirilmesidir. Hastalar ve Yöntemler: Bu çalışma akut Epstein- Barr virüs eneksiyonu olan 52 olgu (31 erkek, 21 kız; ort. yaş 5.4±3.4; dağılım 1-13) üzerinde retrospektif olarak yürütüldü. Klinik ve laboratuvar bulgular, şikayetler başladıktan sonraki başvuru zamanı (?5/>5 gün) ve yaş gruplarına (?2/>2 yıl) göre değerlendirildi. Bulgular: Major semptomlar klasik triadda yer alan ateş, lenfadenopati, tonsillofarenjit idi. Ayrıca asit, artrit ve şiddetli abdominal ağrıyla başvuran atipik olgular da tanımlandı. Hiçbir olguda kötü bir prognoz gözlenmedi. En sık rastlanan laboratuvar bulgu lenfositozdu. Major semptomlar başvuru zamanı ?5 gün olan grupta daha sık iken, atipik lenfositler başvuru zamanı >5 gün olan grupta daha yüksek bulundu. Bu tür farklılıklar yaş grupları arasında saptanmadı. Sonuç: Epstein-Barr virüsüne bağlı enfeksiyöz mononükleoz, çocuklarda iyi prognozlu bir hastalıktır. Hastalık özellikleri başvuru gününe göre değişkenlik gösterebilir, tanıda bu durum göz önüne alınmalıdır.Objectives: The various symptoms of infectious mononucleosis associated with Epstein-Barr virus may confuse physicians in differential diagnosis. The aim of this study is to evaluate the clinical and laboratory findings of this disease in symptomatic children. Patients and Methods: This study was retrospectively performed on 52 cases (31 boys, 21 girls; mean age 5.4±3.4 years; range 1 to 13 years) with acute Epstein-Barr virus infection. The clinical and laboratory findings were evaluated according to admission time after initial complaints (≤5/>5 days) and the age groups of the cases (≤2/>2 years). Results: The major symptoms were fever, lymphadenopathy and tonsillopharyngitis in the classical triad. Moreover, atypical cases who had ascites, arthritis and severe abdominal pain were defined. No case had a poor prognosis. The most frequent laboratory finding was lymphocytosis. While the major symptoms were more frequent in the group “admission time ≤ 5 days”, the count of atypical lymphocyte were higher in the group “admission time > 5 days”. However, these differences could not be defined between age groups. Conclusion: Infectious mononucleosis due to< Epstein-Barr virus is a disease with good prognosis in children. The features of the disease may vary according to admission time, and this fact should be taken into consideration in the diagnosis

    Çocuklarda bir yıllık valproat tedavisi kemik mineral dansitesini azaltıyor mu?

    Get PDF
    Amaç: Epilepsi uzun sureli antiepileptik tedavi gerektiren kronik bir hastalıktır. Bu çalışmanın amacı, en sık kullanılan antiepileptik ilaç olan valproatın kemik mineral metabolizmasına olan yan etkilerini değerlendirmektir. Hastalar ve Yöntemler: Bu çalışma epilepsi veya febril konvulziyon profilaksisi amacıyla valproat başlanan 61 hastada (38 kız, 28 erkek; ort. yaş 81.2±44.5 ay; dağılım 12-168 ay) yapıldı. Bütün olgularda valproat tedavisi öncesinde ve 12 ay sonrasında, kemik mineral metabolizmasındaki bozukluklar açısından kemik mineral dansitesi ve biyokimyasal parametrelere bakıldı. Bulgular: Bir yıllık valporat tedavisi sonrasında kemik mineralizasyon bozukluğunu gösterebilecek kalsiyum, fosfor, alkalen fosfatazda istatistiksel olarak anlamlı farklılık tespit edilmemiştir. İki hastada (%3.3) osteoporoz tespit edilmiştir. Sonuç: Valproatın kemik mineral metabolizması üzerine yan etkileri tartışmalıdır. Osteopeni belirtilerini değerlendirmek için, kemik biyokimyası, 25-hidroksi D vitamini, hormonal parametreler ve kemik mineral dansitesinin tek başlarına değerlendirilmesi yetersizdir, mutlaka bu parametreler birlikte değerlendirilmelidir. Biyokimyasal parametreler bozulmadan, kemik mineral dansitesi değişiklikleri olacağından, valproat tedavisi alan hastalarda yıllık kemik mineral dansitesi ölçümleri yapılmalıdır.Objectives: Epilepsy is a chronic disease that requires long-term antiepileptic therapy. The aim of this study was to evaluate the side effects of valproate, the most commonly used antiepileptic, on bone mineral metabolism. Patients and Methods: The study comprised of 61 patients (38 girls, 28 boys; mean age 81.2±44.5 months; range 12 to 168 months) who received valproate because of epilepsy or prophylaxis of febrile seizures. All cases were evaluated in terms of bone mineral metabolism disturbances by assessing bone mineral density and biochemistry parameters, before and after 12 months of valproate therapy. Results: At the end of one year of valproate therapy, there were no statistically significant differences in calcium, phosphorus and alkaline phosphatase levels that might show bone mineralization disturbance. Osteoporosis was recorded in two cases (3.3%). Conclusion: The side effects of valproate on bone mineral metabolism are usually contradictory. In order to determine osteopenia signs; bone biochemistry, 25- OH vitamin D3, hormonal parameters and bone mineral density, which are not enough for evaluation alone, have to be evaluated together. Patients taking valproate therapy should have bone mineral density measurements yearly, because mineral changes in bone (defeats) could not be predicted with these biochemical parameters beforehand

    Evoked Potentials in Type 1 Diabetic Children and Their Relation with Synchronous Blood Glucose, Serum and İ ntracellular Magnesium and Glycosylated Haemoglobin Levels

    Get PDF
    Tip I Diabetes Mellitus çocukluk çağının ciddi komplikasyonlar ile seyreden kronik metabolik hastalıklarından biridir. Buçalışmanın amacı Tip I Diabetes Mellituslu çocuklarda erken dönemde santral sinir sistemi tutulumunun uyarılmış potansiyelleraracılığıyla değerlendirilmesi ve metabolik değişikliklerle ilişkisini saptamaktır. Çalışmaya 5-14 yaş arasında 31 Tip I DiabetesMellituslu ve aynı yaş ve cinsiyette 35 sağlam çocuk alındı. Olgulardan 8 saat açlık sonrası HbA1c, kan şekeri, serum ve hücre içimagnezyum düzeyleri için kan örnekleri alındı. Tüm olguların otoskopik muayeneleri, işitme testleri ve uyarılmış potansiyelölçümleri yapıldı. Gruplar metabolik parametreler, diabet süresi ve uyarılmış potansiyeller açısından karşılaştırıldı. Çalışmagrubunun HbA1c ve kan şekeri değerleri kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde yüksek, serum Mg değerleri istatistiksel olarakanlamlı oranda düşük saptandı (p0.05). Diabetik gruptaki tüm bu etkilenmelerin serum ve hücre içi magnezyumu, eş zamanlı kan şekeri, diabet süresive HbA1c düzeyleri ile ilişkili olduğu bulundu (p0.05). The significant difference of the evoked potentials in the diabetic groups was highly related with HbA1c and serum and intracellular magnesium levels as well as blood glucose levels and duration of diabetes (p<0.05). In conclusion, central nervous system involvement, highly related with synchronous blood glucose, glycosylated haemoglobin, duration of diabetes, serum and intracellular magnesium levels may be the earliest complication in diabetes mellitus that can be detected by evoked potentials. We consider that serum and intracelluler magnesium levels and evoked potentials will be useful in the routine follow up of diabetes mellitus

    Fatal Acute Diclofenac-Induced Rhabdomyolysis in A Pediatric Patient

    No full text
    Diclofenac, a widely used nonsteroidal anti-inflammatory drug, has been reported to cause fatal drug-induced rhabdomyolysis very rarely . We report a case of a 13-month-old girl who developed fatal rhabdomyolysis after administration of intramuscular diclofenac for relief of pain caused by a scalding burn injury. Rhabdomyolysis due to diclofenac has not been reported in children. Here, we present the first case report to demonstrate rhabdomylysis secondary to diclofenac administration

    Immunologic parameters in children treated with carbamazepine and valproate

    No full text
    Amaç: Antiepileptik ilaçlardan karbamazepin ve sodyum valproatın immun sisteme etkilerini araştırmak. Gereç ve Yöntem: Anabilim Dalımız Nöroloji Polikliniğinden karbamazepin ve valproat tedavisi başlanan 64 olguda bu ilaçların immun sisteme etkilerini belirlemek için serum IgG, IgA, IgM, kompleman 3 (C3), kompleman 4 (C4) düzeyleri saptandı. Günlük doz, kullanım süresi, kan ilaç düzeyi ile olan ilişkisi araştırıldı. Kontrol grubu olarak 25 non-epileptik hasta seçildi. Bulgular: Valproat grubunda serum IgG, IgA, IgM düzeylerinde kontrol ve karbamazepin grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Karbamazepin grubunda serum IgM düzeyleri, kontrol ve valproat grubuna göre anlamlı düşüktü (p<0,05). IgG ve IgA düzeylerinde ise farklılık yoktu. Valproat ve karbamazepin grubunda C4 düzeyi kontrol grubuna göre anlamlı düşüktü (p<0,05). C3 düzeyleri arasında farklılık bulunamadı. Günlük doz, ilaç kan düzeyi ve kullanma süresiyle parametreler arasında anlamlı ilişki bulunamadı. Sonuç: Uzun dönem antikonvülsif ilaç kullanımı sırasında, bu ilaçların immünolojik sistem üzerine etkilerinin göz önünde bulundurulmasının uygun olacağı sonucuna varıldı.Purpose: To evaluate the effect of carbamazepine and valproate on immune system. Methods: Serum concentrations of immunglobuline G (IgG), immunglobuline M (IgM), immunglobiiline A (IgA), complement factor 3 (C3), complement factor 4 (C4) and their relation with daily dosage, duration of usage and scrum levels of these drugs were determined in 64 epileptic patients who were followed up by the Neurology out-patient clinic. Control group consisted of 25 non-epileptic patients. Results: There was no statistically significant difference between the valproate and the control groups in terms of serum IgG, IgM, IgA levels, whereas serum IgM levels were significantly lower in carbamazepine group when compared with the valproate and control groups (p&lt;0.05). Serum C4 levels were significantly lower in both study groups when compared with the control group (p&lt;0.05). No difference was noted among the groups with respect to C3 levels. Besides no correlation has been detected among serum concentrations of these parameters, duration of usage and serum levels of these drugs. Conclusion: During long term usage of these anti-epileptic drugs, their effect on immunologic system must he taken into consideration

    Neonatal respiratory syncytial virus infection

    No full text
    Amaç: Yenidoğan ünitemizde 6 aylık bir sürede izlenen ardarda 10 vakada Respiratuar Sinsitiyal Virüs (RSV) enfeksiyonunun gözlenmesi üzerine, bu hastalığın klinik bulgularını ve etkilerini değerlendirmek Gereç ve Yöntem: Nazofarengeal yıkantı örneklerinde immünfloresan antikor yöntemi ile RSV antijeni aranan 24 vaka klinik, laboratuar özellikleri, morbidite ve mortalite oranları açısından retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: RSV antijen pozitif (n = 10) ve negatif (n = 14) vakaların çoğunluğunu prematüre (RSV pozitif grubun % 80'i, negatif grubun %71'i) ve erkek (%70, %64 sırasıyla) hastalar oluşturuyordu. Ortalama doğum ağırlıkları, semptomların görülme oranı ve ortaya çıkış zamanı, hastanede kalış süreleri her iki grupta benzerdi. RSV antijen pozitif grupta %50 oranında C-Reaktif Protein yüksek bulunduğu halde, negatif grubun tümünde normal düzeydeydi (p=0.006). Vakaların hiçbirinde mortalite gözlenmedi. Klinik seyirde, RSV antijen pozitif vakaların 4'ünde (%40) morbidite gelişmezken, diğer grupta 12 vakada (%86) sorun gözlenmedi (p=0.03). Vakaların bir yıllık izlemlerinde RSV antijen pozitiflerin 5'inde (%50), negatiflerin ise 2'sinde (%14) bronşiolit atağı gözlendi. Sonuç: RSV ile enfekte vakalarda mortalite oranı enfekte olmayanlara benzer ise de morbidite daha sık görülmektedir.Objective: To evaluate clinical findings and effects of respiratory syncytial virus infection (RSV) as we noted ten consecutive cases with RSV infection during a 6-month period. Methods: 24 newborn infants who underwent RSV detection in nasopharyngeal wash-outs by immune-fluorescent antibody method during the same time period were evaluated retrospectively in terms of clinical, laboratory features, morbidity and mortality rates. Results: Majority of the RSV antigene positive (n = 10) and negative (n = 14) cases were premature (80% of RSV antigene positive group, 71% of negative group) and male, (70%, 64% respectively). There was no significant difference between the two groups in terms of mean birth weight, frequency and onset of symptoms, duration of hospital stay. Fifty percent of patients in the RSV antigene positive group had high C-Reactive Protein values whereas all patients in the negative group had normal values (p=0.006). No mortality case was noted. During clinical course, 4 of the RSV antigene positive patients (40%) and 12 of the other group (86%) did not develops morbidity (p=0.03). Bronchiolitis episode developed in 5 of the RSV antigene positive (50%) and 2 of the negative patients (14%) during one year follow-up. Conclusion: Although mortality rate of RSV-injected infants was similar to those of non-infected newborn babies, morbidity was noted more frequently in RSV positive cases

    The co-existence of progressive primary tuberculosis and intracranial tuberculoma: A case report

    No full text
    Çocukluk çağında, miliyer tüberküloz ile tüberküloz, menenjit birlikteliği sık olmasına karşın, postprimer tüberküloz formu olan kavernöz tüberküloz ve intrakranyal tüberkülom veya tüberküloz menenjit birlikteliği nadirdir. Babası 2 ay önce tüberkülozdan ölen, üç yaşında, erkek hasta, kliniğimize şuur bulanıklığı ile refere edildi. BCG aşısı olmayan ve profilaksi uygulanmayan olgu, yapılan klinik ve laboratuar incelemeleri sonucunda kavernöz tüberküloz ve intrakraniyal tüberkülom tanısı aldı. Bu olgu ile çocuklarda nadir görülen intrakraniyal tüberkülom ve postprimer tüberküloz formu olan kavernöz tüberkülozun birlikteliği literatür eşliğinde tartışıldı.In childhood, although the co-existance of miliary tuberculosis and tuberculous meningitis is quite common, the association of cavernous tuberculosis which is post-primary form of tuberculosis, mostly seen in adults, and intracranial tuberculomas are rarely reported, A 3 year old boy whose father died 2 months ago because of tuberculosis was referred to our clinic with alteration in his mental status. He had no BCG vaccination and prophylactic treatment for close contact with father. His clinical and laboratory examination revealed a diagnosis of cavernous tuberculosis and intracranial tuberculoma. This rare association of cavernous tuberculosis and intracranial tuberculoma is discussed in the light of current literature
    corecore