4 research outputs found

    Dysphagia is closely related to frailty in mild-to-moderate Alzheimer’s disease

    No full text
    Abstract Introduction Physical phenotype and the cumulative deficit model are two well-known concepts of frailty. One of the main components of frailty is loss of muscle mass and function, which may also include swallowing muscles, therefore is a risk factor for dysphagia. Since dysphagia is seen starting from the early stages of Alzheimer’s Disease (AD), in this study we aimed to reveal the relationship between frailty and dysphagia and dysphagia-related quality of life through Swallow Quality of Life (SwalQoL) tool in patients with AD and compare them with cognitively intact older adults. Methods Comprehensive geriatric assessment, dysphagia evaluation by Eating-Assessment Tool (EAT-10) and SwalQoL questionnaire, and frailty assessment via FRAIL and Clinical Frailty Scale (CFS) were performed on all 101 participants of the study. Thirty-five patients were cognitively intact, 36 patients were diagnosed with mild AD, and 30 patients were diagnosed with moderate AD. Results Sex distribution was similar between the groups, however, there was a statistically significant age difference. The prevalence of frailty increased according to both frailty indexes as the cognitive status deteriorated. All parameters of SwalQoL except fear and sleep parameters deteriorated as cognitive status impaired. In quantile regression of the total score of the SwalQoL questionnaire and multivariable logistic regression of EAT-10, frailty, as defined by CFS and FRAIL, was associated with dysphagia and poor quality of life regardless of age, presence of dementia, as well as nutritional status. Conclusion Swallowing difficulties in AD negatively affects the quality of life, and it is closely related to frailty in mild-to-moderate AD

    Early identification of frailty: Developing an international delphi consensus on pre-frailty

    No full text
    Background:: Frailty is associated with a prodromal stage called pre-frailty, a potentially reversible and highly prevalent intermediate state before frailty becomes established. Despite being widely-used in the literature and increasingly in clinical practice, it is poorly understood. Objective:: To establish consensus on the construct and approaches to diagnose and manage pre-frailty. Methods:: We conducted a modified (electronic, two-round) Delphi consensus study. The questionnaire included statements concerning the concept, aspects and causes, types, mechanism, assessment, consequences, prevention and management of pre-frailty. Qualitative and quantitative analysis methods were employed. An agreement level of 70% was applied. Results:: Twenty-three experts with different backgrounds from 12 countries participated. In total, 70 statements were circulated in Round 1. Of these, 52.8% were accepted. Following comments, 51 statements were re-circulated in Round 2 and 92.1% were accepted. It was agreed that physical and non-physical factors including psychological and social capacity are involved in the development of pre-frailty, potentially adversely affecting health and health-related quality of life. Experts considered pre-frailty to be an age-associated multi-factorial, multi-dimensional, and non-linear process that does not inevitably lead to frailty. It can be reversed or attenuated by targeted interventions. Brief, feasible, and validated tools and multidimensional assessment are recommended to identify pre-frailty. Conclusions:: Consensus suggests that pre-frailty lies along the frailty continuum. It is a multidimensional risk-state associated with one or more of physical impairment, cognitive decline, nutritional deficiencies and socioeconomic disadvantages, predisposing to the development of frailty. More research is needed to agree an operational definition and optimal management strategies

    Covid-19 Pandemi Raporu (20 Mart-20 Kasım 2020)

    No full text
    31 Aralık 2019 tarihinde Çin’de ortaya çıkan ve kısa sürede tüm dünyayı etkileyen SARS-Coronavirus-2 etkenine bağlı COVID-19’un Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi ilan edildiği dönem ile eş zamanlı olarak, ülkemizde 11 Mart 2020’de ilk vaka bildirilmiştir. Hacettepe Üniversitesi Türkiye’nin salgınla mücadelesinde tüm birimlerindeki akademik ve idari personeli ile titiz bir süreç yürütmüş, öncü rolü ile Türkiye’de yürütülen mücadeleye birçok açıdan ciddi katkıda bulunmuştur.Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı COVID-19 Bilimsel Danışma Kurulu’nda Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden dört öğretim üyesi yer almıştır. Türkiye’de yürütülen aşı çalışmalarında İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı öncülük etmiştir. İlk COVID-19 hastamızı kabul ettiğimiz 21 Mart 2020 tarihinden itibaren de poliklinikler, yataklı servisler ve yoğun bakım ünitemizde yoğun bir şekilde mücadeleye devam etmekteyiz.Bu süreçte ülkemizde olduğu gibi bizde de çok sayıda sağlık çalışanımız COVID-19’a yakalandı, ülkemizde ciddi sayıda sağlık çalışanı kayıpları yaşadık. Yaşadığımız bu dönem bir yandan hekimler başta olmak üzere sağlık çalışanları için tarifi zor, hazin bir dönemdir, ancak diğer yandan da birbirimizi koruma, hastalıkla mücadele için dayanışma ve hoşgörünün her zamandan daha önemli olduğunu anladığımız bir dönemdir.Yüzyılda bir görülen bu salgının halen ülkemizde yoğun olarak yaşandığı ve tam olarak ne zaman sonlanacağının öngörülemediği bir dönemde tarihe not düşmek, geleceğe katkıda bulunmak adına hizmet ve eğitim fonksiyonlarını bir bütün halinde yürüten Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji, Göğüs Hastalıkları ve Kardiyoloji Anabilim Dalları olarak sekiz aylık dönemi bir rapor olarak sunmayı düşündük. Amacımız mücadele devam ederken, sınırlarımız dahilindeki bilgi birikimimiz ve tecrübelerimizi güncel bilgilerle birlikte derleyerek paylaşmak ve katkı sunmaktır.Üniversitemiz, Fakültemiz ve Hastane Yönetimleri ile bize destek olan araştırma görevlilerine, hemşirelerine ve tüm sağlık personeline, bu raporun hazırlanması ve düzenlenmesinde büyük emeği olan Prof. Dr. Ömrüm Uzun ve Prof. Dr. Mine Durusu Tanrıöver başta olmak üzere tüm öğretim elemanlarına ve de pandemi döneminin başından beri sosyal destek ve bu raporun basılması için kaynak sağlayan Hacettepe İç Hastalıkları Eğitim ve Sosyal Dayanışma Derneği’ne (kısa adıyla Hacettepe İç Hastalıkları Derneği) teşekkürü borç bilir, raporumuzun yararlı olmasını dileriz.Prof. Dr. Arzu Topeli İskitİç Hastalıkları (Yoğun Bakım Bilim Dalı) Anabilim Dalı BaşkanıHacettepe Üniversitesi Hastaneleri Pandemi Kurulu Yoğun Bakım SorumlusuProf. Dr. Serhat Ünalİnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı BaşkanıHacettepe Üniversitesi Erişkin ve Onkoloji Hastaneleri İnfeksiyon Kontrol Komitesi Başkanı ve Pandemi Kurulu İnfeksiyon Kontrol Sorumlus

    Hacettepe Dahiliye Ders Kitabı 2

    No full text
    Ondokuzuncu yüzyılın tıp literatürü, korku filmi gibidir. Hekimlerin, ellerine geçirdikleri her şeyi, akıllarına gelen her yöntemi tedavi için kullandıkları görülür. Bilgiye değil, kulaktan dolma duyumlara dayanan, “içten doğma” uydurma fikirlerle hastaların yelken kürek tedavi edilmeye çalışıldığı bir dönemdir. Litrelerce kan alınır, barsaklar yüksek basınçlı lavmanlarla delik deşik edilir, hastalar buzlu sulara yatırılıp uzuvlar gangren olana dek dondurulur, dondurmak işe yaramazsa kaynar kazanlara sokulur, deriyi kabartan bitkisel merhemlerle epidermis eritilir, terkibi ikinci kez asla tutturulamayan envai çeşit bitkisel karışımlarla organlar iflas ettirilirdi. Yirminci yüzyılın başında, modern tıbbın kurucusu sayılan Dr. William Osler öncelikle bu “palavra tıbba” rest çekmiş, yeni bir çağı aralamıştır. Çağdaşı olan bazı hünerli hekimlerle birlikte, önümüze gelen her hastayı, elimize geçirdiğimiz her şeyle, bu şekilde rastgele tedavi edemeyiz, öncelikle hastalıkları tanımamız gerekir diyerek, tıbbın önceliğini tanıya yöneltmişler, kendilerine kadar olan eski devirlerden miras iki ilaç (digoksin ve morfin) dışındaki tüm o ilkel tedavi yöntemlerini reddetmişlerdir. Akıldışı eski tedavileri reddederek, yerine henüz yeni bir tedavi seçenekleri de olmadığından; yalnızca (doğru) tanı koymaya çalışan ve hastanın prognozunu tayin etmeye odaklanmış, tepkisel ve aslında bir bakıma muhafazakar yeni bir tıbbı başlatmışlardır. Tıp eğitimini de bu doğrultuda değiştirip, çalakalem ilaç ve tedavi veren hekimler yerine; hastanın hastalığını kavramaya çalışan, doğru tanı koyan hekimler yetiştirmeye yönelmişlerdir. Tıp eğitimindeki “hasta başı vizitler” bizzat Dr. William Osler tarafından başlatılmıştır. Bu ekol, 1900’ların başında cesur bir kararla, neyi tedavi ettiğini bilmeyen eski hekimlik pratiğini kapatıp, öncelikle hastalıkları kavramaya, hastalarına titizlikle isabetli bir tanı koymaya odaklanmıştır. Bu devir, tıbbın rönesansı sayılır. Kuruluşundan itibaren çağdaşı modern tıp dünyasının bir takipçisi ve aktörü olan Hacettepe Tıp Fakültesi; hünerli hekimler, iyi klinisyenler yetiştirmeyi amaçlamıştır. Prof. Dr. Şeref Zileli’nin kurucusu olduğu İç Hastalıkları Anabilim Dalımız, mezuniyet öncesi tıp eğitiminde yatay ve dikey entegrasyon modeliyle klinik eğitim aşamasında, öğrencilerimize “dahiliye nosyonu” kazandırmayı hedeflemiştir. Dahiliye nosyonu, hastaya saçından tırnağına bir bütün olarak bakabilmeyi; hastanın sorunlarını rasyonel bir klinik denklem haline getirebilmeyi; semptomlarından başlayıp, fizik muayene ve isabetli tetkik seçimiyle en doğru tanıyı koyabilmeyi ve hastaya en az zarar verecek en uygun tedaviyi planlayabilmeyi gerektirir. Mezuniyet öncesi İç Hastalıkları Klinik Eğitim programımızın öğrenim hedefleriyle, içeriği ve ulusal çekirdek müfredatımız gözetilerek hazırlanan bu kitap; İç Hastalıkları, Kardiyoloji, Göğüs Hastalıkları, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji anabilim dallarımız öğretim üyelerinin ortaklaşa titiz bir çalışmasıdır
    corecore