86 research outputs found
Is the presence of deep infiltrative endometriosis underestimated in the surgical management of endometriosis?
Objectives:The aim of the study was to determine the presence of deep infiltrative endometriosis (DIE) in the surgical management of endometriosis.Material and methods: Operation notes and histopathological reports of women with endometriosis were retrospectively analyzed in the Ege University Hospital between 2008 and 2018. A total of 191 women with suspicious of endometriosis but without clinical signs of DIE were enrolled in the study. Laparoscopic diagnosis of DIE was compared with histopatho-logical reports. There was no histopathology before surgery. Endometriosis was suspected only based on symptoms.Results: A total of 213 lesions that were thought to be DIE were removed from 191 women with endometriosis. Among these 213 lesions, 179 specimens were reported as endometriosis and 34 lesions as fibro-adipose tissue. Forty-nine right uterosacral ligaments were excised, and endometriosis was detected in 44 out of 49 specimens. Histopathological examination of 45 left uterosacral ligaments revealed endometriosis in 35 specimens. Finally, 25 endometriotic nodules were removed from the recto-vaginal space, and 22 of these were verified as endometriosis by a pathologist. The positive predictive value of laparoscopic visualization for DIE in the group suspected of endometriosis but without any clinical findings of DIE was 84%.Conclusions: Women with the suspicious of endometriosis, qualified to surgery, because of infertility or pain, should be prudently investigated to confirm or to exclude coexistence of DIE even if no preoperative sign of DIE was observed to provide complete resection. Otherwise, DIE continues to grow, causes pain postoperatively, and complicates subse-quent surgery
JİNEKOLOJİK LAPAROSKOPİK CERRAHİDE TEK YÖNLÜ BARBED SÜTUR
With the developments in technology, lots of innovation were represents in medical society. Suture material including barb technology (V-Lock) is one of them and it is important for doctors who have not enough experience about laparoscopic intracorporeal knotting. In this Article; the advantages and disadvantages of this useful absorbabl suture material and utilization during laparoscopic operations will be mentioned.Gelişen teknolojiyle birlikte birçok yenilikler tıbbın hizmetine sunulmuştur. Barb teknolojisi içeren sutur materyali (V-Lock) bunlardan bir tanesidir ve intrakorporal düğüm atma deneyimine sahip olmayan doktorlar için önemli bir materyaldir. Makalede, absorbabl ve kullanışlı bu sutur materyalinin laparoskopik işlemlerde kullanımı, avantajları ve dezavantajlarını göz önünde bulunduracağız
Kordon kanında ölçülen prolaktin ve kortizol düzeyinin gestasyonel hafta, yenidoğan ağırlığı ve yenidoğanda respiratuar distres sendromu ile ilişkisi
OBJECTIVE: The aim of the present study is to determine the relationship of prolactin and cortisol in cord blood, gestational age, newborn weight and respiratory distress syndrome in newborns. MATERIAL AND METHODS: Thirty-two patients delivered in Ege University Faculty of Medicine Department of Obstetrics and Gynecology were included in the study. Blood samples were taken from the umbilical cord just after the delivery. All the newborns were evaluated in the Ege University Faculty of Medicine Department of Pediatrics, Division of Newborn and the ones with respiratory distress syndrome were recorded. RESULTS: The mean age of the patients was found to be 29.5;plusmn;4.9, mean gestational age 37.4;plusmn;3.2 weeks and mean newborn weight 3170;plusmn;766 g. Delivery was performed by the vaginal route in 25% (8/32) and by the abdonimal route (cesarean section) in 75% (24/32). The mean cortisol level in the cord blood of patients delivered by the vaginal route was significantly higher than the patients delivered by the abdominal route (12.1;plusmn;6.3 mcg/dL versus 5.1;plusmn;3.1 mcg/dL, p=0.002). Positive correlation was found between the newborn weight and prolactin level in cord blood (r=0.36, p=0.04). There was no significant difference between newborns with respiratory distress syndrome (n=3) and healthy newborns (n=29) regarding the prolactin (172.5;plusmn;77.5 ng/mL versus 104.6;plusmn;78.5 ng/mL, p=0.09) and cortisol (7.12;plusmn;5.2 mcg/dL versus 4.4;plusmn;3.4 mcg/dL, p=0.4) levels in cord blood. CONCLUSION: There found to be no significant difference between newborns with respiratory distress syndrome and healthy newborns regarding the prolactin and cortisol levels in cord blood. Respiratory distress syndrome was mostly associated with prematurity. Positive correlation was found between the newborn weight and prolactin level in cord blood.AMAÇ: Bu çalışmanın amacı kordon kanında ölçülen prolaktin ve kortizol düzeyinin gestasyonel hafta, yenidoğan ağırlığı ve yenidoğanda respiratuar distres sendromu ile ilişkisinin araştırılmasıdır. GEREÇ VE YÖNTEM: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anablim Dalında doğum yapan 32 hastadan doğumdan hemen sonra kordon kanı örneği alındı. Kordon kanında prolaktin ve kortizol düzeyleri ölçüldü. Bebeklerin tümü Ege Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Yenidoğan bölümünde değerlendirildi ve respiratuar distres sendromu saptanan bebekler kaydedildi. BULGULAR: Olguların yaş ortalaması 29.5±4.9, ortalama gebelik haftası 37.4±3.2 hafta ve ortalama doğum ağırlığı 3170±766 g olarak bulundu. Doğum %25 (8/32) olguda vajinal, %75 (24/32) olguda sezaryen ile abdominal yoldan gerçekleştirildi. Vajinal yoldan doğum yapan bebeklerde sezaryen ile doğum yapanlara göre kordon kanındaki kortizol düzeyi anlamlı olarak yüksek bulundu (12.1±6.3 mcg/dL'ye karşılık 5.1±3.1 mcg/dL, p=0.002). Kordon kanındaki prolaktin düzeyi ile doğum ağırlığı arasında olumlu bağıntı saptandı (r=0.36, p=0.04). Respiratuar distres sendromu gelişen bebeklerde (n=3) gelişmeyen bebeklere göre (n=29) kordon kanındaki prolaktin (172.5±77.5 ng/mL'ye karşılık 104.6±78.5 ng/mL, p=0.09) ve kortizol (7.12±5.2 mcg/dL'ye karşılık 4.4±3.4 mcg/dL, p=0.4) düzeyleri arasında anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). SONUÇ: Kordon kanında ölçülen prolaktin ve kortizol düzeyleri respiratuar distres sendromu gelişen bebeklerde anlamlı farklılık göstermemektedir. Respiratuar distres sendromu gelişimi daha çok prematürite ile ilişkili bulunmuştur. Kordon kanında ölçülen prolaktin düzeyi ile doğum ağırlığı arasında ilişki bulunmaktadır
Tiroid hastalığı olan gebelerin maternal ve perinatal sonuçlar açısından değerlendirilmesi
OBJECTIVE: The aim of the study is to evaluate the patients with thyroid disease with regard to maternal and perinatal outcomes. MATERIAL AND METHODS: Sixty pregnant women with thyroid disease between the dates of 1995 and 2000 who were followed-up in Ege University Faculty of Medicine Obstetrics clinic were included in the study. 69.3% (41/60) of the patients were found to be in euthyroid state 6.7% (4/60) in hypothyroid state and 25% (15/60) hyperthyroid state. The patients were evaluated with regard to perinatal and maternal outcomes. RESULTS: The mean age of the patients was 29.8;plusmn;5.2, the mean gestational age at delivery 37.9;plusmn;1.8, newborn weight 3222;plusmn;517, Apgar score at 1 minute 8.3;plusmn;0.9, Apgar score at 5 minute 9.4;plusmn;1.6. The delivery was performed with vaginal delivery in 50% (30/60) and caserean section 50% (30/60). Ten newborns were admitted to newborn intensive care unit (16.7%). The premature delivery rate was 20% (12/60). As a medical therapy 41% (25/60) patients used propylthiouracil and 38.3% (23/60) used thyroxine at therapeutic doses. No fetal malformation was observed. The admission of newborns to intensive care unit was found more frequently in hypertyroid patients (26.7% versus 9.8%, P=0.05). Preterm delivery rate was insignificanlty higher in hyperthyroid patients than in euthyroid patients (40% versus 12.2%, p=0.06). Intrauterine growth restriction was detected in two out of four patients in hypothyroid state. CONCLUSION: The pregnant women with thyroid disease should be carefully followed up for maternal and perinatal complications. The early diagnosis and treatment in pregnancy prevents the development of fetal and maternal complications. Perinatal outcome seems to be worse in hyperthyroid and hypothyroid pregnant women compared to euthyroid patients.AMAÇ: Bu çalışmanın amacı tiroid hastalığı saptanan gebelerin maternal ve perinatal sonuçlar açısından değerlendirilmesidir. GEREÇ VE YÖNTEM: 1995 ile 2000 yılları arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Obstetri kliniğinde tiroid hastalığı ve gebelik tanısı ile takip edilen 60 hasta çalışmaya dahil edildi. Olguların %69.3 (41/60) ötiroidi, %6.7 (4/60) hipotiroidi ve %25 (15/60) hipertiroidi olarak bulundu. Olgular perinatal ve maternal sonuçlar açısından karşılaştırıldı. BULGULAR: Hastaların genel olarak yaş ortalaması 29.8±5.2, doğumdaki gestasyonel hafta 37.9±1.8, yenidoğan kilosu 3222±517 g, 1. dakika Apgar skoru 8.3±0.9 ve 5. dakika Apgar skoru 9.4±1.6 olarak bulundu. Hastalara doğum şekli olarak %50 (30/60) vajinal doğum %50 (30/60) sezaryen ile doğum yaptırıldı. Yenidoğan yoğun-bakım gereksinimi 10 (%16.7) bebekte oldu. Genel olarak erken doğum oranı %20 (12/60) olarak bulundu. Medikal tedavi olarak %41 (25/60) gebede propiltiourasil ve %38.3 (23/60) gebede tiroksin tedavi dozlarında uygulandı. Yenidoğanlarda fetal anomaliye rastlanmadı. Yenidoğan yoğun-bakım gereksinimi hipertiroidi olan olgularda daha fazla saptandı (%26.7'ye karşılık %9.8, p=0.05). Preterm doğum sıklığı hipertiroidi saptanan olgularda ötiroidi olan olgulara göre daha fazla bulundu (%40'a karşılık %12.2). Dört hipotiroidili olgunun ikisinde intrauterin gelişme geriliği saptandı. SONUÇ: Tiroid hastalığı gebeler maternal ve fetal komplikasyonlar açısında yakından takip edilmelidir. Gebelikte erken tanı ve tedavi fetal ve maternal komplikasyon gelişimini önlemektedir. Hipertiroidi ve hiportiroidi saptanan gebelerde perinatal sonuçlar ötiroidi gebelere göre daha kötü görülmektedir
Vulvar distrofi olgularının değerlendirilmesi
OBJECTİVE: The aim of the study is to evaluate patients with vulvar dystrophies. MATERIAL AND METHODS: The medical records of 90 consecutive patients presenting with vulvar pruritus were studied between the dates of 1993 and 2000. Multiple vulvar biopsies were obtained from suspicous areas after application of acetic acid. The patients were treated either with medical therapy (topical corticosteroid or testosterone) or simple vulvectomy. RESULTS: The mean age of the patients in premenopausal period was 41.7;plusmn;5.7 (n=44) and in postmenopausal period was 57.3;plusmn;7.7 (n=46) years. Histopathological examination revealed squamous hyperplasia in 37.8% (34/90), lichen sclerosus in 16.7% (15/90), squamous hyperplasia and lichen sclerosus in 30% (27/90) and vulvar intraepithelial neoplasia in 15.6% (14/90) patients. Medical therapy (topical corticosteroid or testosterone) was performed in 96.7% (87/90) and surgical therapy (simple vulvectomy) in 3.3% (3/90) patients. CONCLUSION: The patients with pruritus vulva should be evaluated with multiple vulvar biopsies. The lesions should be evaluated with regard to malignity potential and therapy should be planned according to biopsy results.AMAÇ: Bu çalışmanın amacı vulvar distrofi saptanan hastaların değerlendirilmesidir. GEREÇ VE YÖNTEM: Kliniğimize vulvar pruritus yakınması ile 1993-2000 tarihleri arasında yatırılan ve vulvar biopsi yapılan olguların retrospektif olarak tıbbi kayıtları incelendi. Asetik asid ile vulva boyandıktan sonra kolposkopik bakı ile şüpheli alanlardan multipl biopsiler alındı. Hastalara medikal tedavi (topikal kortikosteroid ya da testosteron) ya da basit vulvektomi uygulandı. BULGULAR: Premenopozal dönemde olan hastaların yaş ortalaması 41.7±5.7 (n=44), postmenopozal dönemde olan hastaların yaş ortalaması 57.3±7.7 (n=46) olarak saptandı. Çalışmamızda %37.8 (34/90) olguda skuamöz hiperplazi, %16.7 (15/90) olguda liken skleroz, %30 (27/90) olguda skuamöz hiperplazi ve liken skleroz kombinasyonu ve %15.6 (14/90) olguda vulvar intraepitelyal neoplazi saptanmıştır. Hastalara %96.7 (87/90) medikal tedavi (topikal kortikosteroid ya da testosteron) ve %3.3 (3/90) cerrahi tedavi (basit vulvektomi) uygulandı. SONUÇ: Pruritus vulva olguları kolposkopik bakı altında çok sayıda vulvar biopsi ile değerlendirilmelidir. Lezyonlar malignite açısından araştırılmalıdır ve bulunan biopsi sonuçlarına göre tedavi planlanmalıdır
- …