12 research outputs found
Turizm ve çevre ilişkileri (Türkiye açısından bir değerlendirme)
Türkiye, turizm sektörünün gereksinim duyduğu tarihi, kültürel ve doğal zenginlikler açısından oldukça şanslı bir ülkedir. Ancak ülkemizde bu şansın yeterince kullanıldığı söylenemez. Yine de son yıllarda bu konudaki gelişmelerin umut verici olduğu söylenebilir. Turizm faaliyetlerinin, turist, işletmeler ve organizasyonlar gibi alt sistemlerin ekonomik, sosyal, politik, hukuki teknolojik ve doğal çevre ile olan ilişkilerine dayanan global bir sistem olduğu söylenebilir. Bu ilişkiler açısından gelişmiş bir yapay çevre kadar, sağlıklı, doğal, tarihi ve kültürel çevrenin de varlığı bir ön koşul oluşturmaktadır. Türkiye'de turizm sektöründeki gelişme çabalarına bakıldığında, bir yandan gelişmiş bir yapay çevre oluşturmaya çalışılırken, diğer yandan tarihi, kültürel ve doğal çevrenin ihmal edildiği, hatta bu çevrenin gereksiz yere bozulduğu gözlemlenmektedir. Bu açıdan kısa ve orta dönemli bir gelişme uğruna, uzun dönemli gelişmenin feda edildiği söylenebilir. Turizm olayının varlık, yaşam ve gelişme nedenlerinin başında yer alan doğal çevrenin bozulmasından uzun dönemde yine turizm sektörünün zarar göreceği söylenebilir. Turizm faaliyetlerinin kendi başına ve hızla ilerlemesi turizme kaynak olan çevre değerlerinin tahribatına yol açmaktadır. Binilen dalın kesilmesi anlamına gelen bu durum nedeniyle turizm faaliyetleri çevre üzerinde çeşitli olumsuzluklara sebep olmaktadır. Turistik tesis ve ikinci konut yapımı amacıyla verimli tarım toprakları ve ormanlar yok edilmekte bitki örtüsü tahrip edilmektedir. Turistik gelişme, nehirler, göller ve denizlerde de istenmeyen kirliklere yol açmaktadır. Ayrıca, turistik faaliyetlerin artması, yörede hava kirliliğine ve turizmden kaynaklanan gürültü artışına sebep olabilmektedir. Turistik faaliyetlerinin ilerlemesi, yörenin doğal yaşamını da etkileyerek canlı türlerinin yaşam koşullarında değişikliklere yol açabilmektedir. Turistik faaliyetlerin hızla gelişmesi sonucunda bölgenin altyapı donanımlarının yetersizliklerinden kaynaklanan çeşitli kirlilikler oluşabilmekte ve insan sağlığını tehdit edici boyutlara varabilmektedir. Turizm hareketlerinin çevreye olumsuz etkilerinden biri de, turistik gelişmenin belirli bölgelerde nüfus yoğunluğuna sebep olarak bölgelerin arazi, su, bitki örtüsü gibi ekolojik unsurlarının aşırı kullanımına ve turistik yörenin çekiciliğini kaydetmesine yol açabilmesidir. Turizmin yarattığı bu çevre sorunlarını yine turizm faaliyetleriyle birlikte çözümlemek mümkündür. Bunun için, doğal, fiziksel ve tarihi çevrenin korunmasına yönelik akılcı bir turizm politikası ve planlaması uygulamak en gerçekçi yol olacaktır. Plansız ve hızlı gelişen, kitlesel karakterdeki ve çevre sorunlarının oluşmasına yol açan günümüz turizm anlayışına alternatif olarak sürdürülebilir turizm anlayışı doğmuştur. Sürdürülebilir turizm, doğaya dönük doğa içindeki turizm aktivitelerinden turistlerin yararlanmasını sağlayan, ekonomik yönden verimli, sosyal yönden sorumlu ve çevresel sorunları olmayan bir turizm şeklidir. Turizmin çevreye duyarlı olması gereği ve çevre korunmasına yönelik politikalar açısından sürdürülebilir turizm önem kazanmaktadır. Gerek turizmin yaratıcı elemanlarını korumak, gerekse ekonomideki etkinliği arttırmak ve devam ettirmek bakımından, turizm-çevre ilişkilerini çok geniş bir boyutta değerlendirmek ve planlamak zorunluluğu vardır. Diğer bir ifadeyle turizmi kendi kendine düzensiz ve doğayı tahrip edici bir gelişmeye bırakılmış olgu olarak değil, gelişmeyi, turizm-çevre ilişkilerinin planlanması ve bu planlara işlerlik kazandıran bir anlayış içinde ele almak gerekmektedir. Nitekim iki bölümden oluşan çalışmamızda bu yaklaşım benimsenmiştir
Serum ICAM-1 levels in kidney transplantation
Purpose: Intercellular adhesion molecule-1 (ICAM-1) is a member of immunoglobulin superfamily and acts as a ligand for the LFA-1 which is a leukocyte integrin. ICAM-1 has a role in the pathogenesis of various inflammatory processes and allograft rejection in kidney and heart transplantation. The aim of this study is to compare the serum ICAM-1 levels of kidney recipients with chronic rejection, recipients with functioning renal allografts and healthy controls. Methods: In this prospective study, serum ICAM-1 values of the 31 kidney transplantation patients (15 with normally functioning grafts and 16 with chronically rejected grafts) and 21 healthy controls were determined with ELISA method. Triple drug immunosuppressive regimen (cyclosporine + azathioprine + methylprednisolone) was given to the patients with kidney grafts. Results: The mean serum ICAM-1 level of the patients with chronic rejection (379.5±244.3 ng/ml) was higher than that of patients with functioning grafts (268.8±88 ng/ml). Although this difference was found to be statistically insignificant (p=0.057), it was close to the significancy limit. There was no statistically significant difference between the serum ICAM-1 levels of the patients either with chronic rejection or functioning grafts and those of healthy controls (307.3±63.6 ng/ml) (p=0.96 and p=0.07 respectively). Conclusion: Our findings suggest that, normal serum levels of ICAM-1 in patients with functioning grafts may be a result of proper immunosuppression. Elevated serum ICAM-1 levels in patients with chronic graft rejection indicate an activation in the immune system. We can conclude that serum ICAM-1 level measurement is not a specific parameter for detection of chronic renal graft rejection.Purpose: Intercellular adhesion molecule-1 (ICAM-1) is a member of immunoglobulin superfamily and acts as a ligand for the LFA-1 which is a leukocyte integrin. ICAM-1 has a role in the pathogenesis of various inflammatory processes and allograft rejection in kidney and heart transplantation. The aim of this study is to compare the serum ICAM-1 levels of kidney recipients with chronic rejection, recipients with functioning renal allografts and healthy controls. Methods: In this prospective study, serum ICAM-1 values of the 31 kidney transplantation patients (15 with normally functioning grafts and 16 with chronically rejected grafts) and 21 healthy controls were determined with ELISA method. Triple drug immunosuppressive regimen (cyclosporine + azathioprine + methylprednisolone) was given to the patients with kidney grafts. Results: The mean serum ICAM-1 level of the patients with chronic rejection (379.5±244.3 ng/ml) was higher than that of patients with functioning grafts (268.8±88 ng/ml). Although this difference was found to be statistically insignificant (p=0.057), it was close to the significancy limit. There was no statistically significant difference between the serum ICAM-1 levels of the patients either with chronic rejection or functioning grafts and those of healthy controls (307.3±63.6 ng/ml) (p=0.96 and p=0.07 respectively). Conclusion: Our findings suggest that, normal serum levels of ICAM-1 in patients with functioning grafts may be a result of proper immunosuppression. Elevated serum ICAM-1 levels in patients with chronic graft rejection indicate an activation in the immune system. We can conclude that serum ICAM-1 level measurement is not a specific parameter for detection of chronic renal graft rejection
Surgical complications renal transplant patients
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı'nda 22 Aralık 1989 ile 1 Temmuz 1999 tarihleri arasında kronik böbrek yetmezliği nedeniyle renal transplantasyon yapılan 133 hastada oluşan cerrahi komplikasyonların sıklığı, tanı metodları, tedavi yolları ve greft üzerine etkileri değerlendirildi. Renal transplantasyon yapılan 133 hastanın 16'sında (%12) 16 cerrahi komplikasyon geliştiği görüldü. Yedi hastada (%5.3) üriner fistül, 5 hastada (%3.7) lenfosel, 2 hastada (%1.5) %50'nin altında renal arter stenozu, 1 hastada (%0.7) üreterovezikal darlık ve 1 hastada (%0.7) hematom tespit edildi. Tanı için tam kan sayımı, ayrıntılı biyokimyasal analizler, idrar tahlili, renal ultrasonografi ve/veya renal sintigrafi yapıldı. Üriner fistül görülen 7 olgudan 6'sında üreterovezikal kaçak vardı ve bunlara anastomoz revizyonu uygulandı, distal üreter nekrozu gelişen 1 hastaya ise pyelovezikostomi yapıldı. Üreterovezikal darlık saptanan 1 hastaya üreteroneosistostomi, lenfoseli olan 5 hastaya eksternal drenaj ya da peritoneal marsupiyalizasyon, hematom gelişen hastaya ise hematom drenajı uygulandı. Renal arter stenozu saptanan 2 hastaya, klinik olarak önemsiz derecedeki bu stenozlar için herhangi bir müdahale yapılmadı. Cerrahi komplikasyon gözlenen hastaların takiplerinde, komplikasyonlar ile ilişkilendirilebilecek greft fonksiyon bozukluğu veya greft kaybına rastlanmadı. Renal transplantasyon sonrası cerrahi komplikasyon gelişen hastalarda, bu komplikasyonların erken tanısı ve başarılı tedavisi ile, greft fonksiyonu ve greft ömrü üzerindeki olası negatif etkilerin önlenebildiği görüldü.Incidence of surgical complications, methods used in their diagnosis, treatment alternatives, effects on graft function were evaluated in 133 patients who underwent renal transplantation because of chronic renal failure in Çukurova University Medical Faculty, Department of Urology between December 1989 and July 1999. Sixteen surgical complications were encountered in 16 patients (12.0%). Seven (5.3%) had urinary fistulae, 5 (3.7%) had lymphoceles, 2 (1.5%) had renal arterial stenosis of less than 50%, 1 patient (0.7%) had ureterovesical stenosis and another one (0.7%) had hematoma. In the diagnosis, complete blood count, detailed serum analysis, urinalysis, renal ultrasound and/or scintigraphy were performed. There was ureterovesical leak in 6 of the 7 patients with urinary fistulas; an anastomosis revision was performed on these. Pyelovesicostomy was done in 1 patient with distal ureteral necrosis. Ureteroneocystostomy was performed in 1 patient with ureterovesical stricture; external drainage or peritoneal marsupialisation was done in 5 patients with lymphoceles; hematoma drainage was performed in one patient with hematoma. Since the stenosis was not significant, no intervention was found necessary in 2 patients with renal artery stenosis. There was no graft function deterioration or graft loss caused by surgical complications. In patients in whom surgical complications were seen after renal transplantation, the prompt diagnosis and successful management of the complications prevented the possible negative effects on graft function and life
Effects of using a double J stent after renal transplantation
Böbrek nakli yapılan alıcılarda görülen üreteral istenmeyen yan etkilerin, idrar yolu enfeksiyonunun ve kreatinin seviyelerinin DJ stenti ile ilişkisini prospektif olarak araştırmayı amaçladık Ocak 2002-Mart 2005 tarihleri arasında Çukurova Üniversitesi'nde canlı akrabadan böbrek nakli yapılan erişkin 60 alıcı prospektif olarak değerlendirildi. Otuz alıcıya (grup I) 4.8 French 12 cm çift J stent konuldu, 30 alıcıya (grup II) ise çift J stent konmadı. Çift J stent 14. günde çekildi. İki grup arasında yaş, cinsiyet, donör yaşı, operasyon süreleri ve soğuk iskemi süreleri açısından fark yoktu. Çift J stent konan alıcılarda herhangi bir üreteral istenmeyen yan etki görülmezken, Çift J stent konmayan 6 alıcıda üreteral istenmeyen yan etki görüldü (p=0.024). Çift J stent konan alıcıların 6'sında idrar yolu enfeksiyonu görülürken, çift J stent konmayan alıcıların 3'ünde idrar yolu enfeksiyonu görüldü (p=0.72). İki grup arasındaki operasyon öncesi ortalama kreatinin değerleri arasında fark yokken (p=0.688), ameliyat sonrası 1., 2. ve 3. günlerde Grup I'deki kreatinin düzeylerinin daha düşük olduğu görüldü (p=0.024, p=0.029 ve p=0.041). Dördüncü günden sonra kreatinin düzeylerinde ise farkın kaybolduğu görüldü (p>0.05). Ameliyat sonrası 1. gün idrar miktarının grup I'de daha fazla olduğu görüldü (p=0.017). Üreteral istenmeyen yan etkilerin önlenmesinde ve üreterovezikal anastomozun yeterli bir çapta güvenle oluşturulması açısından çift J stentlerin önemli bir role sahip olduğu kanaatindeyiz. Bunun yanında, yoğun immünsupresif tedavi altındaki böbrek nakli alıcılarında çift J stentin mümkün olan en kısa zamanda çekilmesi uygun olacaktır.Introduction: In modern urology, ureteral stents are playing significant role in avoiding complications after endoscopic or open surgery. In this study, the association between double J stent and ureteral complications, urinary tract infections and creatinine levels in renal transplant recipients after renal transplantation was prospectively assessed. Materials and Methods: Between January 2002 and March 2005, 60 recipients after renal transplantation from relative living donors in Cukurova University were observed prospectively. Lich-Gregoir reimplantation was used as ureteroneocystostomy technique. 4.8 French 12 cm double J stent was placed in 30 recipients (Group I). No double J stent was placed in 30 recipients (Group II). Double J stents were removed 14 days after renal transplantation. More than 105 colonies of bacteria in urine culture were considered as urinary tract infection. The creatinine levels and urine volumes of recipients were documented for 7 days postoperatively. Results: There was no difference between two groups according to age, sex, donor's age, operation time and cold ischemia time. Ureteral complications were seen in 6 recipients in group II (no double J) while no complication was seen in group I (p=0.024). Urinary tract infection occurred in 6 recipients in group I and in 3 recipients in group II (p=0.72). The average creatinine level in group I was lower than group II in postoperative 1st, 2nd and 3 rd days (p=0.024, p=0.029 and p=0.041) while there was no significant difference preoperatively (p=0.688). There was no significant difference between two groups in after postoperative 4th, 5th, 6th and 7 th days (all p>0.05). The average urine volume in group I was more than group II in postoperative 1 stday (p=0.017). Conclusion: Ureteral complications after renal transplantation may cause graft loss and mortality. The ureteral stents were used successfully to avoid and reduce the complications. Some centers have suggested that brief stenting could stop minor leakage due to partial disruption of the ureterovesical anastomosis and prevent early obstruction secondary to anastomotic edema or small tunnel hematoma. However, using double J stent routinely was not suggested in some centers because of the stent complications like urinary tract infection, hematuria, stent migration, stone formation, frequency, flank pain, suprapubic pain, dysuria, reflux, stent fracture. As a result, we believe that the double J stents have a significant role in avoiding the ureteral complication and in forming the ureterovesical anastomosis. However, double J stents have to be removed as soon as possible in the recipients who are under serious immunosupressive treatment. Further studies with larger series are necessary to confirm these results
Our ureteroscopic experiences in lower ureteral calculus disease
Günümüzde, üreteroskopik girişim üreterin distal taşlarının tedavisinde ilk alternatif olma özelliğini korumaktadır. Kliniğimizde de uygulanan bu tekniğin sonuçlarını incelemek amacıyla Mart 1992-Ocak 1996 tarihleri arasında kliniğimize üreter alt uç taşı tanısı ile başvuran 335 hastadaki 360 üreteroskopik girişimin sonuçları retrospektif bir çalışma ile incelendi. Olguların yaşlan 18 ile 71 arasında (ortalama 42.2), cinsiyet dağılımı ise 147 kadın 188 erkekti. 11.5 ve 12.5F Wolf rigid, AUR-9 ACMI flexible, HTO-5 semirigid ve MR-6L ACMI rigid ureterorenoskop bu amaçla kullanıldı.Hastaların 220'sinde girişim öncesi balon ûreteral dilatasyon uygulandı. Taşların kırılması için elektrohidrolik veya ultrasonik enerji, büyüklük ve lokalizasyonlarına göre ekstraksiyonda yabancı cisim forsepsi veya basket kateter kullanıldı. Girişim sonrası 224 hastaya 48 saat ile 45 gün ûreteral stent kondu. Hastaların 241'inde (%72) taşların tamamı extrakte edildi, 60 hastada (%18) taşların bir kısmı çıkarılarak kalan parçaların stent eşliğinde diurez ile düşmesi sağlandı, böylece 301 hasta (%90) üreteroskopik yolla taştan kurtulmuş (stone free) oldu. Sadece 12 hastada (%3.6) ûreteral perforasyon gelişti. Perforasyon gelişen hastaların 3 tanesi (%0.9) aynı seansta açık operasyona alındı. Bir hastada (%0.3) girişim sırasında tespit edilemeyen perforasyona sekonder ürinom görüldü. Hastaların 11'inde (%3.3) taşlar proksimale doğru kaçtı. Bu hastalara kateter konulup SWL önerildi. Başarısız olunan 34 hastanın (%10) 11' inde (%3.3) önceden geçirilmiş açık operasyon veya üreteroskopi girişimi vardı, /ki hastada (%0.6) postoperatif ürosepsis gelişti. Bir hastada (%0.3) girişimden bir yıl sonra nonfonksiyone böbrek tanısı kondu ve nefrektomi uygulandı. Hiçbir hastada girişime bağlı mortaliteye rastlanmadı. Bu sonuçlarla, literatürde de belirtildiği üzere, üreter alt uç taşları tedavisinde üreteroskopik girişimin, kullanım kolaylığı, yüksek etkinliği ve düşük morbidite oranıyla ilk akla gelmesi gereken tedavi yöntemi olması gerektiği kanısına vardık
Renal angiomyolipoma: Experience in 14 patients
İzlemde bulunan 14 hastadaki 15 renal anjiyomiyoHpoma ait bilgiler ve izlem sonuçları, bu tümörün doğal seyrini belirlemek amacıyla retrospektif olarak incelendi. Hastaların hiçbirisinde tüberoz skleroz tanısı yoktu. Ortalama yaşı 42 olan (28 ile 54 yıl arasında) hastaların tümü kadındı ve 1 tanesinde lezyon bilateraldi. On hastada tümör insidental olarak bulunurken 4 hastada semptomlara neden olmuştu. Tanı 10 hastada abdominal ultrasonografi ile kondu, bilgisayarlı tomografi ile onaylandı. Diğer 4 hastada tanı primer olarak tomografide saptandı. Üç hastada tümör çapı 4 cm'den büyüktü ve bu hastalara cerrahi tedavi uygulandı. Daha küçük tümörler altı aylık aralarla ultrasonografik olarak incelendi. İzlem süresi 1 yıl ile 5.5 yılarasında değişmekteydi (ortalama, 3.3 yıl). İzlemdeki hastaların hiçbirisinde tümör çapında değişiklik ve tümöre sekonder komplikasyon görülmedi. Çapı 4 cm'den küçük anjiyomiyolipomlarda konservatif yaklaşımın uygun yol olduğu, bu hastalarda makul bir izlem süresi içinde tümörün büyümediği ve komplikasyonlara yol açmadığı düşünülmüştür.Renal Angiomyolipoma: Experience in 14 Patients-To define the natural course of the tumor 15 renal angiomyolipomas in 14 patients were evaluated, retrospectively. No patient in the group had tuberous sclerosis. The mean age was 42 years (range; 28-54 years) and all patients were women with one having bilateral lesions. The tumor was diagnosed incidentally in 10 patients while 4 patients had suggestive symptoms. The diagnoses were made by ultrasonography in 10 patients and confirmed by computed tomography. In the remaining 4 patients the diagnosis was made primarily by tomography. Three patients had lesions greater than 4 cm in diameter and these underwent surgery. Patients with smaller tumors were followed up periodically by ultrasonograpy. The follow up duration ranged between 1 and 5.5 years (mean; 3.3 years). Patients on follow up showed an uneventful course and neither had complications secondary to the tumor. It appears that angiomyolipomas smaller than 4 cm in diameter can be treated conservatively and in a reasonable follow up period tumor growth or secondary complications are unlikel
Is it necessary to stent the ureter after percutaneous nephrolithotripsy
Böbrek taş hastalığı nedeni ile perkütan nefrolitotripsi (PNL) uygulanan hastalara, operasyonun sonunda üreteral stent konulması ya da konulmaması konusunda değişik görüşler vardır. Bu çalışmanın amacı, PNL sonunda double J stent veya üreter kateteri konulan hastalarla stent kullanılmayan hastalarda alınan sonuçlan karşılaştırarak, bu konudaki klinik deneyimlerimizi gözden geçirmektir. Kliniğimizde 18 Ocak 1996 - 20 Mart 1998 tarihleri arasında böbrek taşları tanısıyla PNL uygulanan hastalardan 54'ü değerlendirmeye alındı. Yaşları 3-71 arasında değişen hastaların 33'ü kadın, 21'i erkekti. Operasyonlar sonunda, 54 hastanın 18'ine (%33.3) üreteral stent yerleştirildi. Stent kullanılanların 13'ünde (%72.2) ve stent kullanılmayanların 22'sinde (%61.1) birden fazla sayıda böbrek taşı vardı. Hastaların nefrostomileri postoperatif 2. günde nefrostografi yapıldıktan sonra çıkartıldı. Stentlerin kalış süresi ise 2-30 gün arasındaydı. Postoperatif dönemde stent konulan ve konulmayan hastalar arasında, nefrostomi yerinden drenaj ve hastanede kalış süreleri açısından farklılık saptanmadı. Bizim hasta grubumuzda, PNL sonrası üreteral stent kullanılmasının hasta konforunu attırmadığı, hastanede kalış ve pansuman sayısını etkilemediği ve bu nedenle rutin olarak kullanımının gerekli olmadığı sonucuna varıldı.There are different reports about whether stenting the collecting system after percutaneous nephrolithotripsy (PNL) is necessary or not. The aim of this study was to compare the results which we obtained after PNL with or without using ureteral stents, and to review clinical experience of our department. Fifty-four patients who underwent PNL between January 18, 1996 - March 20, 1998 were evaluated. The mean age of the patients was 39.1 years (range 3-71) and 21 of the patients were male. In 18 of the patients (33.3%) a ureteral stent was inserted into the collecting system. Thirteen of the patients (72.2%) who were stented and 22 of the patients (61.1 %) who were not stented had multiple stones. The nephrostomy tubes were removed on the 2nd postoperative day after performing an antegrade nephrostography. Inserted stents were left for 2 to 30 days. The stents did not alter the hospitalization time and the drainage from the nephrostomy site. As a result, the routine use of ureteral stents after PNL did not improve the patient's comfort and did not decrease the time of hospitalization and wound healing
Comparison of laser treatment with transurethral prostatectomy in surgical treatment of benign prostatic hyperplasia
Benign prostat hiperplazisinin cerrahi tedavisinde vizüel laser ablasyonu (VLAP) yönteminin etkinliği ve güvenilirliği transüretral prostatektomi (TURP) ile toplam 40 hasta içeren randomize, prospektif bir çalışmada karşılaştırıldı. Etkinlik ölçütleri olarak preoperatif ve postoperatif altıncı ay uluslararası semptom skoru (IPSS), maksimum idrar akım hızı ve rezidüel idrar miktarları; güvenilirlik ölçütleri olarak preoperatif ve postoperatif erken dönem (uyandırma odası) kan sodyum ve hematokrit değerleri kullanıldı. Buna göre iki grupta da mortaliteye rastlanmadı. Güvenilirlik parametreleri karşılaştırıldığında her iki yöntem arasında anlamlı fark gözlenmedi. Etkinlik parametrelerinde ise her iki grupta ciddi iyileşme gözlenirken bu iyileşmenin TURP grubunda daha belirgin olduğu saptandı. Prostatın laser ablasyonunun ancak uygun olgularda TURP'ye alternatif olabileceği düşünüldü.Comparison of Laser Treatment ıvith Transurethral Prostatectomy in Surgical Treatment of Benign Prostatic Hyperplasia- The efficacy and safety ofvisual laser ablation (VLAP) in surgical treatment of benign prostatic hyperplasia were compared ıvith those of transurethral prostatectomy in a randomised, prospective sudy zvhich included a total of '40 patients. The parameters of efficacy were preoperative and postoperative sixth month International symptom scores (IPSS), maximum urinary floıv rates and postvoiding residual urine volumes; ıvhile the parameters of safety luere preoperative and early postoperative (recovery room) serum sodium and hematocrit levels. No mortality was recorded overall. The safety parameters zvere comparable in the tıvo treatment groups. Although both groups shoıved significant amelioration, the efficacy ıvas more prominent in the TURP patients. Laser ablation ofthe prostate can be considered as an altenative method of treatment against TURP in only selected patients
Our augmentation cystoplasty results
Son 3 yıl içinde kliniğimizde 8 hastaya ogmentasyon sistoplasti uygulandı. Yaşları 4 ile 65 arasında değişen (ortalama 32.4) hastaların 2'si kadın, 6'sı erkekti. 6 hasta kronik enfeksiyona sekonder kontrakte mesane, 2 hasta ise nörojenik mesane nedeni ile opere edildi. Hastaların preoperatif mesane kapasitesi 90 - 160 cc. arasında (ortalama 120 cc.) idi. Nörojenik mesaneli 2 çocuk hastanın 3 renal ünitinde vezikoüreteral reflü vardı. Hastaların 6'sında ogmentasyon için ileal segment, 2'sinde ise gastrik segment kullanıldı. Postoperatif dönemde önemli bir komplikasyon görülmedi. Takip süresi 6-30 (ortalama 18) ay olan hastaların, 6 ay sonundaki ortalama mesane kapasitesi 420 cc. olarak ölçüldü. Nörojenik mesaneli 2 hasta dışındakiler postoperatif dönemde spontan idrar yapabildiler. Nörojenik mesaneli 2 hastaya temiz aralıklı kateterizasyon önerildi. İleal segment kullanılan 6 hastanın 4'ünde yeterli mesane kapasitesine erişilmesine rağmen, dizüri ve enfeksiyon yakınmaları erken dönemden itibaren devam etti. Bu hastalara antibiyotik supresyon tedavisi uygulandı. Gastrik segment kullanılan 2 hastada ise enfeksiyon bulguları erken dönemde kayboldu. Postoperatif temiz aralıklı kateterizasyon uygulayan 2 nörojenik mesaneli çocukta, üriner enfeksiyon veya üst traktta bozulma gözlenmedi. Bu bulgularla, gastrosistoplastinin mukus ve enfeksiyon problemlerine çözüm getirdiğini, ileosistoplastinin ise büyük volümlere ulaşmada daha avantajlı olduğunu söyleyebiliriz. Her iki yöntem de hastaların özelliğine göre seçilmek üzere, modern bir üroloji kliniğinde uygulanan operasyonlar arasında yer almalıdır.We performed augmentation cystoplasty on 8 patients in the last three years. Ages of the patients (6 male and 2 female) ranged between 4-65 (mean 32.4) years. Operations performed for contracted bladder secondary to chronic cystitis in 6 patients and for neurogenic bladder in 2 patients. Preoperative bladder volumes were between 90-160 (mean 120) ml. Vesicoureteral reflux was detected in 3 renal units of 2 children with neurogenic bladder. We used gastric segment in 2 patients and ileal segment in the others. No major complications were encountered in the postoperative course. Mean follow-up time was 18 months, and average bladder volume was 420 ml at the 6th month. All patients voided spontaneously except 2 with neurogenic bladder. Dysuria and complaints of urinary infection persisted in early postoperative period in 4 patients with adequate bladder capacity after ileal augmentation. Antibacterial suppression therapy was given to these patients. No symptoms of urinary infection arose in 2 patients who underwent augmentation with gastric segment. We observed neither infection nor deterioration of upper tract in 2 children who perform self-intermittent catheterization. We conclude that gastrocystoplasty brings solution to mucus and infection problems, while ileocystoplasty is advantageous in reaching larger volumes. Both procedures may be used in modern urology clinics in preferred patients
Optik üretrotomi ile üretral darlıkların tedavisi
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı'nda 1991 ile 1995 yılları arasında toplam dört yılı içeren sürede; Icm'den kısa üretral darlığı mevcut 39 erkek hastaya uygulanan toplam 51 optik üretrotomi girişimi sonuçları retrospektif olarak gözden geçirildi.Takip süresi 6 ile 48 ay (ort. 21.4) idi. Hastaların yaşları 22 ile 70 arasında olup yaş ortalamaları 51 idi. Etyolojide 21 hastada (%53.9) prostat veya mesane tümör rezeksiyonu, 10 hastada (%25.6) pelvis fraktürü, 5 hastada (%12.8) üretral kateterizasyon ve 3 hastada (%7.7) enfeksiyon öyküsü vardı. Hastaların çoğunda darlıkla ilgili yakınmalar 1 yılı aşkın süredir devam etmekte idi. Bu prosedürden önce bir pediatrik sistoskop kullanılarak darlığın yeri, şekli ve derecesi tespit edildi. Böylece çok zor darlıklarda bile işlem başarılı şekilde uygulandı. Hastaların % 82'sinde darlık tamamen düzelerek daha sonra tedaviye gereksinim göstermedi. Elde ettiğimiz sonuçlara göre özellikle kısa ve tek üretral darlığı olan erkek hastaların tedavisinde optik üretrotomi'nin iyi bir tedavi seçeneği olduğu kanaatine varıldı