26 research outputs found
Neurološki simptomi koji su česti u pacijenata s COVID-19: retrospektivna opservacijska studija
In December 2019, a novel coronavirus outbreak spread rapidly all over the world.
The virus is known to be neuroinvasive, but much is still unknown. In this study, we aimed to present
the main neurologic symptoms in patients who were diagnosed with coronavirus disease 2019
(COVID-19). The study was conducted retrospectively by phoning 156 patients in Turkey diagnosed
with COVID-19 through real-time polymerase chain reaction; only 100 patients could be reached.
Data about their demographics, initial symptoms, neurological symptoms, and sleeping habits were
collected. During the disease process, 66% had at least one neurological symptom, 55% had central
nervous system symptoms, 42% had peripheral nervous system symptoms, and 64% had sleep disturbances
and myalgia. Impaired consciousness, smell and taste impairments, and sleep disturbances were
significantly higher in patients with positive chest computed tomography imaging (p < 0.05). Neurological
symptoms were observed in COVID-19, as in other coronaviruses. Headache in particular was
the most common symptom in our population. In patients with respiratory system findings, the detection
of certain neurological symptoms such as smell-taste impairments, impaired consciousness, and
sleep disorders were more common. We concluded that COVID-19 patients should be approached in
a more holistic way, taking the nervous system into account.U prosincu 2019. nova epidemija koronavirusa brzo se proširila cijelim svijetom. Poznato je da je virus neuroinvazivan,
ali je pun nepoznanica. U ovoj studiji imali smo za cilj predstaviti glavne neurološke simptome kod pacijenata kojima je
dijagnosticirana koronavirusna bolest 2019. (COVID-19). Studija je provedena retrospektivno telefoniranjem 156 pacijenata
u Turskoj kojima je dijagnosticiran COVID-19 putem lančane reakcije polimeraze u stvarnom vremenu; moglo se doći
do samo 100 bolesnika. Prikupljeni su podaci o njihovim demografskim podacima, početnim simptomima, neurološkim
simptomima i navikama spavanja. U procesu bolesti, 66% je imalo barem jedan neurološki simptom, 55% je imalo simptome
središnjeg živčanog sustava, 42% imalo je simptome perifernog živčanog sustava, a 64% imalo je poremećaje spavanja i
mijalgiju. Poremećaji svijesti, mirisa i okusa te poremećaji spavanja bili su značajno veći u bolesnika s pozitivnim slikanjem
računalne tomografije u prsima (p <0,05). Neurološki simptomi primijećeni su u COVID-19, kao što su ostali koronavirusi.
Posebno je glavobolja najčešći simptom u našoj populaciji. U bolesnika s nalazima dišnog sustava češće je otkrivanje određenih
neuroloških simptoma kao što su smetnje okusa mirisa, oslabljena svijest i spavanje. Zaključili smo da s pacijentima s
COVID-19 treba postupati na cjelovitiji način, uzimajući u obzir živčani sustav
Geriatrik olgularda muskuloskeletal fizyoterapi sonrası hastalık şikayetlerindeki azalma oranları
Amaç: Bu araştırma fizik tedavi ve rehabilitasyon programına alınan 65 yaş ve üzeri bireylerde fizik tedavi ve rehabilitasyon programı sonrası şikayetlerindeki azalma oranlarını belirlemek amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Yöntem: Çalışmaya 65 yaş üzeri (73.61±6.02) 648’i (%78,4) kadın ve 179’u (%21,6) erkek olmak üzere, toplam 827 olgu dahil edildi. Olgulara toplam 10,482 seans, ortalama 12.7 seans/ hasta fizik tedavi ve rehabilitasyon programı uygulandı. Çalışmaya dahil edilen hastaların hastalıkları; romatizmal hastalıklar (osteoartrit, ankilozan spondilit, fibromyalji), periferik sinir yaralanmaları, tendinit, tenosinovit, bursit, spondiloz, disk dejenerasyonu gibi muskuloskeletal hastalıklardı.Tedavi programı tamamlandığında, tedavi öncesi ve sonrası belirlenen bulgu ve şikayet sayısındaki değişim yüzdelik oran olarak hesaplandı.
Bulgular: Fizik tedavi ve rehabilitasyon programı; uygulanan olgulardan 6’sı (0,7) %25, 5’i (%0,6) %40, 9’u (%1.1) %50, 27’si (%3,3) %60, 4’ü (%0,5) %65, 84’ü (%10,2) %75, 119’u (%14,4) %80, 5’i (%0,6) %85, 1’i (%0,1) %90 ve 505’i (%61,1) %100 oranında şikayetlerinin azaldığını; 9’u (%1,1) şikayetlerinde azalma olmadığını belirtirken, 53 olgu (%6,4) herhangi bir yorumda bulunmadı.
Sonuç: Geriatrik olgularda, fizik tedavi ve rehabilitasyon programı sonrası tüm şikayetlerin azalma oranının yüzde altmış seviyesinde kalması; tedavinin semptomatik iyileşmeyi etkileyecek çoklu değişkenler nedeniyle tam iyileşme sağlamadığına yorumlandı. Sonraki çalışmada, geriatrik hasta memnuniyetinin hastalık, hasta ve sağlık profesyonelleriyle olan etkileşiminin ayrıştırılarak incelenmesi planlandı
In a real-life setting, direct-acting antivirals to people who inject drugs with chronic hepatitis c in Turkey
Background: People who inject drugs (PWID) should be treated in order to eliminate hepatitis C virus in the world. The aim of this study
was to compare direct-acting antivirals treatment of hepatitis C virus for PWID and non-PWID in a real-life setting.
Methods: We performed a prospective, non-randomized, observational multicenter cohort study in 37 centers. All patients treated with
direct-acting antivirals between April 1, 2017, and February 28, 2019, were included. In total, 2713 patients were included in the study
among which 250 were PWID and 2463 were non-PWID. Besides patient characteristics, treatment response, follow-up, and side effects
of treatment were also analyzed.
Results: Genotype 1a and 3 were more prevalent in PWID-infected patients (20.4% vs 9.9% and 46.8% vs 5.3%). The number of naïve
patients was higher in PWID (90.7% vs 60.0%), while the number of patients with cirrhosis was higher in non-PWID (14.1% vs 3.7%). The
loss of follow-up was higher in PWID (29.6% vs 13.6%). There was no difference in the sustained virologic response at 12 weeks after
treatment (98.3% vs 98.4%), but the end of treatment response was lower in PWID (96.2% vs 99.0%). In addition, the rate of treatment
completion was lower in PWID (74% vs 94.4%).
Conclusion: Direct-acting antivirals were safe and effective in PWID. Primary measures should be taken to prevent the loss of follow-up
and poor adherence in PWID patients in order to achieve World Health Organization’s objective of eliminating viral hepatitis
Distribution and Contamination of Heavy Metals in the Surface Sediments of Ambarli Port Area (Istanbul, Turkey)
The geochemical characteristics of the surface sediments of the Ambarli Port in Istanbul providing service for over 43.000 ships in the last decade are basically unknown. In this study, The distribution of total carbonate and metals in sediments was investigated and geochemical forms of the sediment-associated metals assessed to identify their possible sources. Metal contamination levels of sediments were evaluated with the aid of enrichment factor (EF) and index of geoaccumulation (I-geo) calculations. The degree of pollution in surface sediments yielded the I-geo ranking: Zn > Pb> Cr > Cu > As > Fe > Ni=Al >V, essentially not revealing pollution by Al, As, Fe, Ni and V. The highest Igeo and EF levels of Cr, Cu, Ni and Zn were found at the nearest station to Ambarli Port, indicating port activities as the source. Sequential selective leaching tests confirmed that As, Cr and Fe were mostly found in the residual phase, whereas Cu, Ni, Pb, V and Zn were mainly associated with the non-residual phase, possibly indicating the potentially higher mobility of the latter ions than those inherited from parent geological material. Based on statistical approaches, anthropogenic and natural geological factors were identified controlling the heavy metal variability in the sediments. This research is the first of its kind ever carried out in the Ambarli Port Area of Turkey
Aynı tablonun iki farklı yüzü: Sistemik jüvenil idiyopatik artrit ve erişkin başlangıçlı Still hastalığı
Amaç: Farklı yaş dağılımı gösteren ancak benzer moleküler ve klinik yönleri doğrultusunda tek antitenin ayrı yansımaları olarak kabul edilen sistemik jüvenil idiyopatik artrit (SJİA) ve erişkin başlangıçlı Still hastalığının (EBSH) klinik ve laboratuvar özelliklerinin yanı sıra, mevcut sınıflandırma kriterlerinin karşılaştırılması, tanımsal ve ayrımsal niteliklerinin belirlenmesi planlanmıştır.Yöntem: Çalışmamıza İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Romatoloji ve İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Romatoloji Bilim Dalı’nda sırasıyla SJİA ve EBSH tanısı almış hastalar dahil edilmiştir. Merkezimizde tanı konulmuş, düzenli takibi bulunan hastaların medikal bilgileri 1 Nisan-1 Temmuz 2021 tarih aralığını kapsayan süre zarfında dosya kayıtlarından ve hastane veri tabanından, on beş yıllık geriye dönük analizle incelenmiştir. Demografik verileri ve hastalığa özgü klinik ve laboratuvar bilgileri, komplikasyonlar, tedavi geçmişleri kayıtlardan incelenip kaydedilmiştir. Hastaların tanı süreçlerindeki başlangıç verileri doğrultusunda sınıflandırma kriterlerinin uyumu ve etkileşimi karşılaştırmalı olarak Cohen’in kappa katsayısı (K) ve sınıf içi korelasyon katsayısı (ICC) kullanılarak değerlendirilmiştir.Bulgular: Sistemik JİA tanılı hastaların yaş ortalaması 12,6±4,5 (2-18) yıl iken; EBSH tanılı hastaların yaş ortalaması 46,9±15,1 (20-45) yıldı. Tanı yaşlarının ortalaması SJIA için 83±48,2 (6-180) ay; EBSH için 38,5±15,2 (7-78) yıl; hastalık sürelerinin ortancası SJIA için 65 (6-190) ay; EBSH için 90 (1-660) ay olarak saptandı (p=0,009). Çalışma evreninin tanı süreçlerindeki klinik ve laboratuvar özellikleri, hastalıkların seyrine dair bilgiler karşılaştırmalı olarak Tablo 1’de sunulmuştur. Her iki hastalık ve ortak komplikasyonları makrofaj aktivasyon sendromu (MAS) için tanımlanmış sınıflandırma kriterlerinin değerlendirilmesi Tablo 2’de gösterilmiştir.Sonuç: Sistemik JİA ve EBSH farklı yaş grubunu hedef alan aynı antite olarak düşünülmesine rağmen, çalışmamızda tanısal süreçte gözlenen semptom ve bulguların sıklığı ve hastalık seyri farklılık göstermiştir. Mevcut kriterlerin her iki hastalığın tanımlanması açısından birbirlerine uyumu düşük bulunmuştur. Ancak sJIA için önerilen PRINTO kriterleri EBSH tanılı hastalarda güçlü uyum göstermiştir. Tanısal süreci zorlayıcı olabilen bu hastalıkların ilişkisinin tüm yönleriyle aydınlatılabilmesi, kriterlerin uyum ve gücünün belirlenmesi erken tanı sağlayarak, olumsuz sonuçların önüne geçebilir. Bu doğrultuda ileri çalışmalara ihtiyaç vardır