75 research outputs found

    Military jet pilots have higher p-wave dispersions compared to the transport aircraft aircrew

    Full text link
    Objectives: For the purpose of flight safety military aircrew must be healthy. P-wave dispersion (PWD) is the p-wave length difference in an electrocardiographic (ECG) examination and represents the risk of developing atrial fibrillation. In the study we aimed at investigating PWD in healthy military aircrew who reported for periodical examinations. Material and Methods: Seventy-five asymptomatic military aircrew were enrolled in the study. All the subjects underwent physical, radiologic and biochemical examinations, and a 12-lead electrocardiography. P-wave dispersions were calculated. Results: The mean age of the study participants was 36.15±8.97 years and the mean p-wave duration was 100.8±12 ms in the whole group. Forty-seven subjects were non-pilot aircrew, and 28 were pilots. Thirteen study subjects were serving in jets, 49 in helicopters, and 13 were transport aircraft pilots. Thirty-six of the helicopter and 11 of the transport aircraft aircrew were non-pilot aircrew. P-wave dispersion was the lowest in the transport aircraft aircrew, and the highest in jet pilots. P-wave dispersions were similar in the pilots and non-pilot aircrew. Twenty-three study subjects were overweight, 19 had thyroiditis, 26 had hepatosteatosis, 4 had hyperbilirubinemia, 2 had hypertension, and 5 had hyperlipidemia. The PWD was significantly associated with thyroid-stimulating hormone (TSH) levels. Serum uric acid levels were associated with p-wave durations. Serum TSH levels were the most important predictor of PWD. Conclusions: When TSH levels were associated with PWD, uric acid levels were associated with p-wave duration in the military aircrew. The jet pilots had higher PWDs. These findings reveal that military jet pilots may have a higher risk of developing atrial fibrillation, and PWD should be recorded during periodical examinations

    Transplante böbrek histopatolojisi: Banff klasifikasyonunun uygulanması ve prognostik değeri: (Retrospektif kliniko-patolojik bir çalışma)

    No full text
    ÖZET Renal transplantasyon yapılmış hastaların takibinde iğne biopsi tanı ve ayırıcı tanıda önemli role sahiptir. Olgularda rejeksiyon ve Cy A nefrotoksisitesinin ayranı biopsi endikasyonlarının büyük kısmım oluşturmaktadır. Tanımlanan değişikliklerin bir kısmı ikisi içinde nonspesifîktir ve bazen immunhistokimyasal yöntemler ayrıcı tamda yardımcı olabilir. Banff klasifîkasyonu rejeksiyonun tanısı ve derecelendirmesi için yayınlanmış son sınıflamadır. Işık mikroskobi düzeyinde rejeksiyon tanısı için tübülit ve vasküler inflamasyon ön plana alınmış, Cy A nefrotoksisitesi içinde arterioler hyalinozis spesifik lezyon olarak kodlamaya girmiştir. Bizde bu son sınıflamayı iğne biopsi materyallerimizde uygulamayı ve hastaların prognozlarını karşılaştırmayı amaçladık. Bu amaçla anabilim dalımızda incelenmiş 56 hastanın 72 materyalinden 58 iğne biopsi materyaline Banff klasifîkasyonu uygulandı. Olguların izlemlerine bakıldı. Biopsi materyallerinin %15.52'si yetersiz, %25.86'sı sınır yeterlilikte, %58.62'si ise yeterli idi. AR tanısı alan 18 olgunun (%36.73) 6'sı minimal, 6'sı orta dereceli, 6'sı şiddetli dereceli idi. KAN zemininde AR 6 olguda saptandı (toplam AR %48.98). KAN 9 olguda (%18.36) saptandı. Sınır değişiklikler dışındaki olgular normal, diğerleri (nonspesifik değişiklikler ve Cy A nefrotoksisitesi- arteriolopati) olarak tam aldı. Olguların %8.16'sında verici değişiklikleri, %27.91'inde Cy A arterioler değişikliği vardı. AR tanısı alan 18 olgudan 16'sında AR tedavisi yapılmıştı. Olgulardan 3'ü halen izlemdeydi. Rejeksiyon dışı tanılan olan 15 olgudan bazılarında tedavi yapılmış ancak yanıt alınamamıştı, bunlardan 7'si izlemdeydi. Ayrıca Cy Aya bağlı KAN değişiklikleri olan 2 olgu izlemdeydi. Bu çalışmada Banff klasifikasyonunun uygulanmasımn kolay olduğu ancak tübülitin skorlanmasında bazı güçlükler bulunduğu görülmüştür. Çalışmanın klinik ile korelasyonu bazı yetersizlikler nedeniyle prognozla ilgili yeterli açıklama getirememiştir. Ancak bu ön çalışmanın ardından kliniko-patolojik biopsi ve izlem protokollerinin yapılması ile biopsi ve prognoz arası daha kesin yorum için çalışmalar yapılabili

    Transplant böbrek sıfır saat iğne biyopsilerinde saptanan histopatolojik bulgular ve önemi

    No full text
    Retroperitoneal leiomyosarkom, sigmoid kolon adenokarsinomu ve renal hücreli karsinomdan oluşan senkron primer triple tümörü olan 67 yaşında bir erkek olgu sunulmaktadır. Olguda sigmoid kolon rezeksiyonu gerçekleştirildikten bir ay sonra retroperitoneal kitle eksizyonu ve sol nefrektomi uygulandı. Olgu onüç aydır klinik takiptedir ve nüks veya metastazla uyumlu bulgu tespit edilememiştir. Yazımızda, cerrahi uygulamada ender görülen bir olgu olması nedeni ile triple veya daha çok sayıdaki primer malign tümörler gözden geçirildi.In our transplant center living kidney donors are generally elderly relatives of the patients. Thus, some of the morphologic findings in zero hour needle biopsies (ZHNB's) might be related to aging. in the present study, we investigated the incidence of histopathological changes in ZHNB's from 60 cases and compared the results of age groups under and over forty. the ZHNB's were examined by light and immunofluorescence microscopy. All histopathological findings were recorded. Donors were classified according to age, over and under 40. the results of findings were compared statistically using tests for independent samples. At least one histopathologic finding was found in 87% of biopsies. the findings were prominent in 25%. Glomerulosclerosis, interstitial fibrosis, interstitial inflammatory infiltration, tubular atrophy, intimal hyalin deposits, intimal fibrosis and lamina elastica changes were observed in 33%, 42%, 40%, 30%, 43%, 50%, and 20%, respectively. Interstitial fibrosis, interstitial inflammatory infiltration, tubular atrophy, intimal hyaline nodules, intimal fibrosis and lamina elastica changes were significantly higher in biopsies of the donors over 40 (pi;lt;0.005). Out of 25 cases examined by immunofluoresance microscopy, 60% of biopsies showed nonspecific, weak deposits in arterioles and/or glomeruli. Our results revealed that the incidence of ZHNB's findings were higher in older patients. Some of these findings are important for the differential diagnosis of chronic allograft nephropaty and cyclosporine nephrotoxicity, therefore we emphasized the importance of histopathological changes in ZHNB's from aged donors

    Deneysel Renal Üretral Diseksiyon Sonrası Kimyasal Modifiye Sodyum Hiyalüranat Karboksimetilsellülozun seprafilm Üniner Operasyonlar Sonrası Oluşabilecek Adezyon ve Fibrozisi Engellemesine Olan Etkisi

    No full text
    Amaç Bu çalışmanın amacı retroperitoneal bölgede Seprafilm kullanımının postoperatif adezyon üzerine etkisini göstermektir Yöntem Çalışmada test hayvanı olarak 4 5 aylık, erkek Spraque Dawley 200 250 gr ağırlığında 40 adet sıçan kullanıldı Sıçanlar üç gruba ayrıldı Çalışma grubu ( 15 üreter ve retroperitoneal girişli böbrek diseksiyonu sonrası üreter ve böbrek çevresine Seprafilm uygulanan grup olarak belirlendi Kontrol grubu ( 15 retroperitoneal yaklaşımla üreter ve böbrek diseksiyonu yapılan grup olarak belirlendi Sham grubu ( 10 sol lumbotomi insizyonu sonrası ek uygulama yapılmadan kapatılacak şekilde düzenlendi Alınan örneklerde fibrozis histiositik infiltrasyon yağ nekrozu ve inflamatuar infiltrasyon çeşitli büyütmelerde incelendi Bulgular Histiositik infiltrasyon düzeyi çalışma grubunda, kontrol ve Sham grubundan istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti Histiositik infiltrasyon düzeyinin kontrol ve Sham grubu arasında farkı istatistiksel olarak anlamlı değildi ( 0 886 Çalışma ve kontrol grubu arasında fibrozis düzeyleri arasındaki farklar istatistiksel olarak anlamlı değildi ( 0 486 Gruplar arasında yağ nekrozu ( 0 702 ve inflamatuar infiltrasyon ( 0 869 düzeyleri arasındaki farklar istatistiksel olarak anlamlı değildi Sonuç Fibrozis gelişmesi bakımından gruplar arasındaki farklar incelendiğinde, kontrol grup ile çalışma grubu arasında anlamlı fibrosis düzeyi farkının olması, adhezyonu önleme açısından seprafilmin yardımcı olabileceğine işaret etmektedi

    Metaplazik ürotelial lezyon-nefrojenik adenom

    No full text
    Nephrogenic adenoma is a reactive epithelial lesion which may be confused with malignancy, regarding both clinical and histopathological aspects. It may show different histologic appearances and recurrences are frequent. In this study, nine biopsy materials of four male patients with nephrogenic adenoma were re-evaluated and clinical and histopathologic findings were presented. All of the cases except one had a history of surgical procedure because of bladder carcinoma. The recurrences of nephrogenic adenoma were detected in the three of four cases. Nephrogenic adenoma is a relatively rare lesion and because it may show polymorphic (polipoid or papillary, tubular and cystic) appearance with random pleomorphic cells, we conclude that this lesion should be considered in differential diagnosis.Nefrojenik adenom klinik olarak olduğu kadar histopatolojik olarak ta malignite ile karışabilen ilginç bir reaktif epiteliyal lezyondur. Farklı histolojik formlarda gözlenir ve rekürrensleri sıktır. Bu çalışmada dört erkek olguya ait dokuz nefrojenik adenom biyopsisi yeniden değerlendirilerek, klinik ve histopatolojik özellikleri sunulmuştur. Olguların biri dışında tümüne mesane karsinomu nedeniyle cerrahi girişim yapılmıştır. Dört olgunun üçünde nefrojenik adenom rekürrensi görülmüştür. Nefrojenik adenom görece nadir bir lezyondur ve arada pleomorfik hücrelerin de izlenebileceği polimorfik (polipoid veya papiller, tübüler ve kistik) görüntü sergileyebileceği için ayırıcı tanıda göz önünde bulundurulmalıdır

    Mucinous tubular and spindle cell carcinoma of kidney and problems in diagnosis

    No full text
    Objective: Mucinous tubular and spindle cell carcinomas (MTSCC;amp;#8217;s) are recently described rare type of renal cell carcinoma (RCC). MTSCC;amp;#8217;s are characterized by small, elongated tubules lined by cuboidal cells and/or cords of spindled cells separated by pale mucinous stroma. They have morphological similarities to papillary RCC (papRCC). We evaluated the importance of the immunohistochemical features in the differential diagnosis of MTSCC and papRCC. Material and Method: We re-evaluated 9 cases of MTSCC diagnosed between 2004 and 2010 and compared 10 cases of papRCC. All tumors were stained with alpha-methylacyl-CoA racemase (AMACR), cytokeratin 7 (CK7), CK19, renal cell carcinoma marker (RCC Ma), CD10 and kidney specific cadherin (KspCad). Results: A total of 6/9 cases were considered classical. Two of 9 MTSCC;amp;#8217;s were classified as ;amp;#8220;mucin-poor;amp;#8221;. Foamy macrophages were identified in 4 cases. The immunoreactivity in MTSCC was AMACR 100%, CK7 100%, CK19 100%, RCC Ma 50%, CD10 11%, and KspCad 38% while the values for papRCC were AMACR 100%, CK7 90%, CK19 100%, RCC Ma 100%, CD10 80%, and KspCad 0%. Conclusion: MTSCCs may include little mucin and show a marked predominance of either of its principal morphological components. They may mimic other forms of RCC. Pathologists should be aware of the histological spectrum of MTSCCs to ensure an accurate diagnosis. Careful attention to the presence of a spindle cell population may be helpful in the differential diagnosis in tumors with predominant compact tubular growth. Immunohistochemical stains for papRCC are also expressed in MTSCC, but strong CD10 expression may not favor MTSCC.Amaç: Müsinöz tübüler iğsi hücreli karsinomlar (MTİHK) son zamanlarda tanımlanmış nadir görülen renal hücreli karsinom (RHK) tipidir. MTİHK’lar küboidal hücrelerle döşeli uzun tübüller ve/veya iğsi hücrelerin oluşturduğu kordonlar arasında soluk müsinöz stroma ile karakterizedir. Papiller tipte RHK’lar (papRHK) ile benzer morfolojik özelliklere sahiptir. Biz MTİHK’lar ile papRHK arasındaki ayırıcı tanıda immünhistokimyasal özelliklerin önemini araştırdık. Gereç ve Yöntem: 2004-2010 yılları arasında MTİHK tanısı almış olan 9 olguyu papRHK tanısı almış olan 10 olgu ile karşılaştırdık. Tüm tümörler alfa metil KoA rasemaz (AMACR), sitokeratin 7 (CK7), sitokeratin 19 (CK19), renal hücreli karsinom belirleyici (RCCMa), CD10, ve böbrek spesifik kaderin (BsKad) immünhistokimyasallarıyla boyandı. Bulgular: Dokuz olgunun altısı klasik tip MTİHK olarak değerlendirildi. Dokuz olgunun ikisi müsinden fakir olarak sınıflandı. Köpüksü makrofajlar olguların 4’ünde saptandı. MTİHK’larda AMACR %100, CK7 %100, CK19 %100, RCCMa %50, CD10 %11, BsKad %38, papRHK’larda ise AMACR %100, CK7 %90, CK19 %100, RCCMa %100, CD10 %80, BsKad %0 reaktivite bulundu. Sonuç: MTİHK’lar az miktarda müsin içerebilir, temel morfolojik özelliklerinden birisini daha belirgin gösterebilir ve diğer RHK’ları taklit edebilir. Patologların uygun tanı koyabilmesi için MTİHK’ların histopatolojik spektrumunun farkında olmaları gerekir. Belirgin tübüler gelişim olan tümörlerde, iğsi hücreli komponentin varlığına özenle dikkat edilmesi ayırıcı tanıda yardımcı olabilir. MTİHK için kullanılan immünhistokimyasal boyalar, papRHK’da da eksprese edilir fakat güçlü CD10 pozitifliği MTİHK lehine olmayabilir
    corecore