66 research outputs found

    Assessment of knowledge level and attitudes of dental students about digital radiography and cone beam computed tomography (CBCT)

    Get PDF
    Background: The aim of this study is to evaluate the level of knowledge and attitudes about digital radiography and Cone Beam Computed Tomography (CBCT) of Marmara University 4th and 5th grade students as a result of their education.Methods: In our study, a questionnaire consisting of 16 questions was applied to 100 4th and 100 5th grade students totally 200 students who are educated in Marmara University Faculty of Dentistry. Besides the knowledge level of the students, their attitudes were evaluated.Results: In our study, there was statistically significant difference between the responses given to “What source or sources do you know about CBCT?”, “How much do you think CBCT  will be used in routine dental practice in the near future?”, “In which cases do you prefer to use CBCT in your future clinical life?”, “Would you prefer to use CBCT in your future professional clinical life?”, “According to you, in what year of dental training should CBCT be taught?” between 4th and 5th grade students (p<0.05). Conclusion: It seems that their 5th grade had more information about CBCT and more positive attitudes at the same time due to the high rate of their participation in one year of experience, courses and seminars. Additional classes can be given on these subjects in the classes at the faculties and at the same time participation in the seminars can be encouraged in order to increase the knowledge level of the 4th grade and to get more accurate information about CBCT.KEYWORDS Cone Beam Computed Tomography, Digital Radiograph

    Asphaltene diluent media spin-spin intermolecular interactions

    No full text
    Substitue edilmiş toluene süspansiyonlarında MC800 asfaltenleri ile 1H protonları arasında dinamik nükleer polarizasyon etkisi, 44,0 MHz’lik bir elektron uyarma frekansında ve oda sıcaklığında incelendi. Asfaltenler İran kaynaklı MC800 sıvı asfaltından elde edildi. Bu teknikte, difüzyona uğrayan çözgen moleküllerindeki çekirdek spinleri ile asfalten misellerinde bulunan çiftlenmemiş elektron spinleri manyetik olarak etkileşirler. Sinyal büyümesi, etkileşmenin dipolar ve skaler kısmı arasındaki rekabete bağlıdır. Bu etkileşmelerde, tüm süspansiyonlar için dipolar kısım baskındır. Çekirdek-elektron çiftlenme parametresi ρ, toluene, 2-fluorotoluene, 2-nitrotoluene, 2-chlorotoluene, 2-bromotoluene ve 2-iodotoluene ortamları için sırasıyla 0,047, 0,035, 0,028, 0,027, 0,023 ve 0,017 olarak bulundu. Daha yüksek nihai sinyal büyümesine ya da çekirdek-elektron etkileşme parametresine sahip çözgenler, asfalteni daha etkin bir şekilde çözerler. Toluene molekülünde meta pozisyonuna gelen substituentlerin F>NO2>Cl>Br>I sıralamasına göre nihai NMR sinyal büyümelerini değiştirdiği sonucuna varıldı. MC800 asfaltenin moleküler yapısının tayinine yönelik IR spektroskopik incelemeleri, Thermo Nicolet FT-IR-6700 spekrometresi ile 400-4000 cm-1 dalga boyu aralığında ATR tekniği kullanılarak gerçekleştirildi. MC800 asfalteninin içerdiği fonksiyonel gruplar: 3449 cm-1’de N–H soğurma piki, 3100 cm-1’de O–H grubu, 2946 cm-1’de –CH3 eğilme titreşimleri, 2926 cm-1’de –CH2 gerilme titreşimleri, 1597 cm-1’de C=C gerilme titreşimleri, 1030 cm-1’de C2S=O, 721, 744, 806 ve 856 cm-1’de aromatik düzlem dışı eğilmeler olarak belirlendi. MC800 asfalten partiküllerinin yüzey morfolojileri elektron mikroskobu çalışmaları ile incelendi. Ayrıca sisteme entegre enerji dağılımlı x-ışınları detektörü ile asfalten parçacıklarının yüzey elemental analizi yapıldı. MC800 asfalten parçacıkları üzerinde üç ana bileşen belirlendi: O (%50,38), C (%44,32) ve S (%4,60).The dynamic nuclear polarization effect between the MC800 asphaltene and the 1H protons of some substituted toluene suspensions was investigated at an electron pumping frequency of 44.0 MHz and room temperature. The asphaltenes were extracted from MC800 liquid asphalt originated Iranian. In this technique, the nuclei on diffusing solvent molecules and the free electrons present on the asphaltene micelles interact magnetically. Signal enhancement depends upon competition between the dipolar and the scalar contact part of the interaction. In these interactions, the dipolar part is predominant for all suspensions. The nuclear-electron interaction parameters, ρ, were found such as 0,047, 0,035, 0,028, 0,027, 0,023 and 0,017 for toluene, 2-fluorotoluene, 2-nitrotoluene, 2-chlorotoluene, 2-bromotoluene and 2-iodotoluene solvent media, respectively. The solvents with higher ultimate signal enhancement or electron-nuclear interaction parameter dissolve asphaltenes more effectively. It was concluded that substituents coming meta position in toluene molecule changes ultimate NMR signal enhancements in order: F>NO2>Cl>Br>I. FTIR spectroscopic investigations for determining of molecular structure of MC800 asphaltene, were performed in Thermo Nicolet FT-IR-6700 spectrometer over the wave number region of 400– 4000 cm–1 using ATR technique. Functional groups–MC800 asphaltenes include– were determined such as: N–H absorption peak at 3449 cm-1, O–H group at 3100 cm-1, –CH3 bending vibrations at 2946 cm-1, –CH2 stretching vibrations at 2926 cm-1, C=C stretching vibrations at 1597 cm-1, C2S=O at 1030 cm-1, aromatic out of plane bending at 721, 744, 806 and 856 cm-1. Surface morphologies of MC800 asphaltene particles were examined by an electron microscopy studies. Besides, surface elemental analysis of asphaltene particles was carried out by an energy dispersive x-rays detector integrated into the system. It was determined three main components on the asphaltene particles: O (%50,38), C (%44,32) ve S (%4,60)

    Sex hormonları ve lupus ilişkisi: Aromataz inhibitörlerinin deneysel lupus modelleri üzerindeki etkileri

    No full text
    Bu tezin, veri tabanı üzerinden yayınlanma izni bulunmamaktadır. Yayınlanma izni olmayan tezlerin basılı kopyalarına Üniversite kütüphaneniz aracılığıyla (TÜBESS üzerinden) erişebilirsiniz.ÖZET: Sistemik Lupus Eritematozus, etyolojisi tam olarak belli olmayan, ve değişik etyolojik faktörlerin kombinasyonuyla ortaya çıkan, mufüsistemik bir immunkompleks hastalığıdır. Üreme çağındaki kadınlarda, erkeklere oranla 9 kat daha sık görülmesi, sıklıkla ilk kez pubertede, gebelikte, postpartum dönemde veya estrojen içeren oral kontraseptif kullanan kadınlarda ortaya çıkması, sex hormonlarının hastalığın ortaya çıkışında ve alevlenmesinde önemli rol oynadığını düşündürmektedir (2,3,4). Deneysel lupus modelleri üzerinde yapılmış olan çok sayıda çalışmada, bu hayvanlara çeşitli hormonal manipulasyonlar yapılmış ve lupusun seyri üzerine etkileri araştırılmıştır. Erkek farelere estrojen verilmesinin veya orşiektomi yapılmasının, lupusu şiddetlendirdiği; buna karşılık dişi farelerde androjen tedavisinin veya kastrasyonun lupusun seyrini iyileştirdiği bir çok çalışmada kesin olarak gösterilmiştir (40). Zayıf etkili bir androjen olan danazol de, özellikle yakınmaları mens dönemlerinde artan bazı hastalarda, lupusun bazı klinik formlarında başarıyla kullanılmaktadır. Bu klasik bilgilerden yola çıkarak, son zamanlarda Aromataz Enzim Inhibitörleri üzerinde durulmaktadır. Sürrenal kaynaklı zayıf androjenlerin periferik dokularda estrojenlere dönüşümü aromataz enzimi ile oluşmaktadır. Aromataz ınhibitörleri, bu enzimi bloke ederek periferde, zayıf androjenlerin estrojenlere dönüşümünü bloke ederler (59). Sonuçta; estrojen üretimini azaltmış olurlar. Gonad kaynaklı estrojen üretimi ise sürecektir. Bu çalışmada da; lupusa duyarlı dişi MRL - MP Ipr/lpr farelerine bir aromataz inhibitörü olan 4-Hidroksiandrostenedion ( 4-OHA ) verilmiş ve deneyin sonunda, lupusta en sık tutulan organlardan olan böbreklerin ve ayrıcatimus bezlerinin histolojisi incelenmiştir. Ayrıca, 4-OHA'un, estrojen reseptör kinetikleri üzerine olan etkileri de araştı rılm ıştır. Saptanan veriler kontrol grubu farelerle mukayese edilmiştir. 4-OHA grubu farelerin böbrek histolojilerinde, inflamasyon mezenkimal dokulara sınırlı iken, kontrol grubunda daha yaygın bulunmuştur. Yine bu grupta, timus ağırlıkları kontrol grubundan daha küçük bulunmuştur. Lenfoproliferasyon da kontrol grubunda çok daha fazla saptanmıştır. Buna karşılık, estrojen reseptör kinetikleri üzerine, iki grup arasında belirgin bir fark bulunamamıştır. Bu bir pilot çalışma olduğu için, 4-OHA ve kontrol grubundaki farelerin sayısı fazla değildi. Üstelik 4-OHA implantları, farelere daha erken bir dönemde ve daha uzun süreli olarak uygulanabilirdi. İlacın emilip kana karıştığı, objektif yöntemlerle gösterilebilirdi. Daha da önemlisi, her iki grup, lupus akövitesini yansıtan çok daha fazla kriterlerle (immunfloresans çalışmalar, anti ds-DNA titreleri.. gibi ) mukayese edilebilirdi. Bu açıklan kapatacak daha ayrıntılı deneysel çalışmalar yapılmaktadır. Bu arada, aromataz inhibitörlerinin hormonal etkileri dışında, immun sistem üzerine de etkileri olabileceği düşünülmektedir. Bu konu da, halen araştırılmaktadır. Bu çalışmalar ve araştırmalar sonuçlandıktan sonra, aromataz inhibitörieri hakkında daha kesin konuşulabilecektir. Aromataz inhibitörlerinin ilerde hiç olmazsa bazı lupuslu hastaların tedavisinde yardımcı bir ilaç olarak kullanılıp kullanılamayacağını zaman gösterecekti

    The effect of depozisyon potential on on the physical properties of cuInTe thin films

    No full text
    Bakır indiyum tellürit (CIT) kalkopirit bileşikleri, suda çözünebilen Cu, In ve Te moleküler kaynaklarını içeren sulu bir elektrolitten indiyum kalay oksit kaplı cam alttaşlar üzerine elektrokimyasal olarak büyütüldü. Bakır, indiyum ve tellür kaynakları olarak CuSO4·5H2O, InCl3 ve Na2TeO3 kullanıldı. CIT ince filmlerinin kaplanma mekanizmaları döngüsel voltammetri (CV) çalışmaları ile açıklanmıştır. Ayrıca kaplanma potansiyelinin CIT ince filmlerinin elektrik, optik ve yapısal özellikleri üzerindeki etkisi çalışılmıştır. Elektro depozit edilmiş CIT filmlerinin enerji bandı 0,97 ile 1,83 eV aralığındadır. -0,5, -0,6, -0,7 ve -0,8 V’ta üretilen CIT filmlerinin stokiyometrisi CuInTe2’ye yakındır. Üretilen CIT filmlerinin çoklu kristal yapıda olduğunu ve CuInTe2’nin sırasıyla 2θ ~ 25°, 41° ve 49°’de (1 1 2), (2 0 4) ve (1 1 6) yönelimlerine karşılık gelen ana kalkopirit fazı olduğu bulunmuştur. Hall-Etkisi ölçümleri, üretilen CIT ince filmlerinin, 2,8x10 ve 2,8x10 17 18 alıcı konsantrasyon aralığına ve üretilen tüm filmlerin p-tipi yarı iletken karaktere sahip olduğunu göstermiştir. 20,4 - 60,2 cm -3 cm /Vs aralığındaki mobilite değişimi CIT filmlerin 2,19 ile 0,59 aralığındaki farklı Cu/In oranları ile açıklanabilir. Filmlerin özdirenci 0,011 - 0,036 Ωcm arasındadır. Bu sonuçlar literatürle çok iyi bir uyum göstermektedir.Copper indium tellurite (CIT) chalcopyrite compounds were electrochemically grown from an aqueous electrolyte including water soluble Cu, In and Te molecular sources onto indium thin oxide coated glass substrates. CuSO4·5H2O, InCl3 and Na2TeO3 were used as copper, indium, and tellurium sources, respectively. Deposition mechanisms of the CIT thin films are explained by cyclic voltammetry (CV) studies. It is also note the effect of deposition potential on the electrical, optical and structural facilities of the electrodeposited CIT thin films. Energy band gap of the electrodeposited CIT films is in the range of 0,97-1,83 eV. Stoichiometry of the CIT films deposited at -0,5 V, -0,6 V, 0,7V and -0,8 V is near to CuInTe2. We report that the produced CIT films is polycrystalline nature, and CuInTe2 is major chalcopyrite phase corresponding to (1 1 2), (2 0 4) and (1 1 6) directions at 2θ~25°, 41° and 49°, respectively. Hall-Effect measurements show that the produced CIT thin films have p-type semiconducting conductivity with the acceptor concentration range of 2,8x10 17 /Vs can be explained by the variation of Cu/In ratio within 2,19-0,59. The resistivity of the films is found to vary within 0,011-0,036 Ωcm, which are in good agreement with the literature data

    Behçet hastalığında serum neopterin düzeyleri

    No full text
    Bu tezin, veri tabanı üzerinden yayınlanma izni bulunmamaktadır. Yayınlanma izni olmayan tezlerin basılı kopyalarına Üniversite kütüphaneniz aracılığıyla (TÜBESS üzerinden) erişebilirsiniz.ÖZET BH ile ilgili en önemli sorunlardan birisi, hastalık aktivitesini yansıtacak güvenilir bir laboratuvar göstergesi olmayışıdır. Birçok sistemik inflamatuvar romatolojik patolojide, hastalık aktivitesi hakkında klinisyene yol gösteren hemoglobin, CRP ve sedimantasyon değerleri, BH'nın aktivitesini yansıtmada yetersiz kalmaktadır. Hatta bu nedenle, uluslararası kabul görmüş bazı Behçet aktivite indekslerinde, laboratuvar göstergeleri yer almamaktadır. Hastalık aktivitesini güvenilir şekilde gösterecek bir laboratuvar göstergesinin olmayışı nedeniyle, BH'nda hastalık aktivitesinin saptanması, başlıca klinik bulgulara bakarak yapılır (1). Diğer yandan serum neopterin düzeylerinin, hücresel immun sistemin aktivasyonuyla yakın bir ilişki gösterdiği bilinmektedir. Çünkü klasik bilgilerimize göre, aktive T hücrelerinin sentezlediği çok sayıdaki sitokin arasından özellikle INF-y, monosit ve makrofajları uyararak bol miktarda neopterin salgılatmaktadır (30). Sonuç olarak, hücresel immun sistem aktivasyonuyla seyreden çeşitli otoimmun hastalıklarda, viral enfeksiyonlarda ve hematolojik malignitelerde serum neopterin düzeylerinde belirgin bir yükselme olmaktadır (2,30). Wegener granulomatozu (4,5), sistemik lupus eritematozus (6) gibi sistemik otoimmun romatolojik patolojilerde, serum neopterin düzeylerinin hastalık aktivitesiyle uyum içinde olduğu gösterilmiştir. Bu gözlemlerden yola çıkarak, klasik bir otoimmun hastalık olmamasına karşın, aktif BH'nda da serum neopterin düzeylerinin yükselebileceği düşünülebilir. Çünkü, Th1 sitokinlerin ön planda salındığı Behçet hastalığında, özellikle INF-y gibi monosit ve makrofajlardan neopterin salgılatan sitokinlerin düzeyleri artmaktadır (8, 9). Bu çalışmada, serum neopterin düzeylerinin Behçet klinik aktivitesiyle ilişki gösterip göstermediği ve böyle bir ilişki saptanırsa, serum neopterin 46düzeylerinin, Behçet aktivitesini yansıtacak bir laboratuvar göstergesi olarak kullanılabilirliği araştırılmak istenmiştir. Bu amaçla, uluslararası çalışma grubunun Behçet tanı kriterlerini karşılayan, 26 aktif ve 24 inaktif Behçet olgusunda serum neopterin düzeyleri çalışılmıştır. Hastaların aktif olup olmadıklarına klinik olarak karar verilmiş ve her hasta için Avrupa Behçet Hastalığı Aktivite İndeksi (ABHAİ) doldurulmuştur. Hasta kontrol grubu olarak 1982 ARA SLE kriterlerini karşılayan 20 aktif lupuslu hastada ve sağlıklı kontrol grubu olarak da, Behçet hastalarımıza yaş ve sex olarak uyumlu 10 kişide serum neopterin düzeyleri çalışılmıştır. Hem aktif, hem de inaktif Behçet grubundaki serum neopterin düzeyleri, normal kontrollardan anlamlı olarak (p0.05) yüksek bulunmasına karşın, aktif ve inaktif Behçet olgulanndaki serum neopterin düzeyleri arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır (p>0.05). Beklentimizin aksine, serum neopterin düzeyleri ile BH klinik aktivitesi arasında pozitif bir korelasyon saptanmamıştır. Buna karşılık, literatürle uyumlu olarak, aktif SLE olgularındaki serum neopterin düzeyleri, neopterin ELİSA'mızda teknik bir sorun olmadığının bir göstergesi olarak, tüm gruplardan anlamlı olarak yüksek ve hastalık aktivitesiyie (SLE-DAI indeksiyle) pozitif korele bulunmuştur. Neopterinin hücresel immun sistem aktivasyonunun bir göstergesi olduğu ve Th1 hücrelerinin salgıladığı INF-7 etkisiyle monosit ve makrofajlardan salındığı kesin olmakla birlikte, neopterin salınımının yalnızca ItMF-y etkisinde olması kuşkuludur. SLE gibi Th2 tipi sitokinlerin ön planda olduğu bir hastalıkta, literatürle uyumlu olarak serum neopterin düzeylerinin oldukça yüksek ve hastalık aktivitesiyie pozitif korele bulunması dikkat çekicidir. Sonuç olarak, neopterin salınımın tek bir sitokin tekelinde olmadığı ve kompleks etkileşimler sonucunda belirlendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. BH aktivitesiyie, serum neopterin düzeyleri arasında bir ilişki gösteremeyişimizin en olası nedeni, tartışma bölümünde ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, aktif Behçet hastası olarak çalışmaya aldığımız olguların çoğunun gerçekte hafif veya orta derecede aktif olgular olmasıdır. Bu hastalarımızın çoğunda aktif oral aft, genital ülser, üveit, artrit, deri lezyonları 47(ENBL'lar veya akne) gibi klinik bulguların çeşitli kombinasyonları vardı. Aktif gruptaki hastalardan yalnızca ikisinde büyük damar tutuluşu vardı; arteriyal anevrizma, nörolojik veya gastrointestinal tutuluş gösteren hastamız ise hiç yoktu. Aktif Behçet grubundaki hastalarımız arasından serum neopterin düzeyi, aktif SLE ortalamasından bile yüksek olan tek olgu, aktif büyük damar tutuluşu (vena kava superior + inferior trombozu) gösteren bir olgumuzdu. Bu olgumuzda herhangi bir enfeksiyon bulgusu olmamasına karşın, yine de neopterin düzeylerini yükseltebilecek eşlik eden bir enfeksiyonun varlığını tamamen dışlamak olası değildir. BH'nda klinik bulguların oldukça heterojen oluşu ve kliniğe yansıyan belirtileri düşünülürse, ön planda mukokutanöz bulguları aktif olan bir hastayı, aktif uveiti olan veya aktif büyük damar tutuluşu olan diğer bir hastayla aynı sınıfta incelemek doğru olmayabilir. Aslında bunların hepsi aktif Behçet hastalarıdır. Ancak akut faz yanıtlarının veya immun sistem aktivasyon göstergelerinin hepsinde aynı oranda yükselmesi beklenemez. Serum neopterin düzeyleri de olasıdır ki, aktif oral aft, genital ülser, artrit ve üveit varlığında yeterince yükselmemektedir. Buna karşılık büyük damar tutuluşu, belki gastrointestinal tutuluş, nörolojik tutuluş gibi daha ağır vaskülitle seyreden patolojilerde serum neopterin düzeylerinin yükselmesi beklenebilir. Sonuç olarak bizim çalışmamızda, serum neopterin düzeyleri BH aktivitesi ile uyumlu bulunmamıştır. Bu belki de, BH'nda aktivitenin çok heterojen bulguların kombinasyonlarıyla belirlenmesine ve bizim hastalarımızın çok aktif olmamasına bağlıdır. Bu düşüncenin doğru olup olmadığını gösterebilmek için, büyük damar tutuluşu, nörolojik veya gastrointestinal tutuluşu olan çok daha aktif Behçet olgularıyla, yeni bir çalışmanın planlanması gerekecektir. 4

    Investigation of the effects of auditory, olfactory stimulation and human contact on stress levels in shelter dogs

    No full text
    Barınaklar; köpekler için sosyal izolasyon ve çevre değişikliği nedeni ile oldukça stresli ortamlardır. Hayvanlar, çeşitli nedenlerle uzun ya da kısa süreli strese maruz kalmaktadır. Stres, sağlık ve yaşam sürelerine etki etmektedir. Stresi değerlendirmek için endokrinolojik stres belirteçleri faydalıdır. Bu belirteçlerin salyadan incelenmesi, invaziv olmaması açısından kullanışlıdır. Stres, köpeklerde salya kortizol düzeyine bakılarak saptanabilir. Stresin azaltılması için barınaklarda çevresel zenginleştirme yöntemleri kullanılmaktadır. İşitsel uyaranların stres üzerine etkili olduğu hakkında bilgiler bulunmakla birlikte, koku uyaranı ve insan teması ile karşılaştırılması hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Çalışmanın amacı, barınağa yeni kabul edilen köpeklerde stres düzeylerini belirlemek için salyadan kortizol düzeylerini tespit etmek ve bu köpeklerde işitsel, koku uyaranları ve insan temasının strese olan etkilerini araştırmaktır. Bu amaçla, Bursa Osmangazi Belediyesi Sahipsiz Hayvanlar Doğal Yaşam ve Tedavi Merkezi'ne yeni kabul edilen 1 yaşından büyük, farklı ırk ve cinsiyetten 40 köpek çalışmaya alınmıştır. Köpekler, günde 1 saat gözlemlenmiş ve davranış analizleri yapılmıştır. İşitsel, koku uyaranı, insan teması ve kontrol grubu olmak üzere 4 gruba ayrılmış ve köpeklerin salyalarından 0., 2., 4. ve 9. günlerde kortizol düzeyleri tespit edilmiştir. Çalışma sonunda, tüm gruplarda 0. ve 9. günler arasında (işitsel hariç) kortizol düzeyinde belirgin azalma saptanmasına rağmen, gruplar arasında bir farklılığa rastlanmamıştır. Sonuç olarak, stresin ölçülmesinde kortizolün geçerli bir parametre olduğu bulunmuştur. Stresi azaltmak için kullanılan koku, işitsel uyaranın ve insan temasının etkili olduğu, ancak benzer etkinin kontrol grubunda da görüldüğü saptanmıştır. Kullanılan yöntemlerin stresi 2. günden itibaren azaltmaya başladığı saptanmıştır. Grupların arasında bir fark bulunmaması göz önüne alındığında işitsel, koku uyaranlarının ve temasın birbirine üstünlüğü tespit edilememiştir.Animal shelters are an extremely stressful environment for a dog, most specifically due to social isolation and novel surroundings. Stray dogs are kenneled, either short term or long term, for a variety of reasons. Stress in animals have effects on health and life span. Endocrinological stress markers are useful for objectively evaluating stress. Their presence in saliva samples can be assayed, and the collection of saliva is a noninvasive, relatively nonstressful, and therefore highly convenient sampling method. Stress can be determined with salivary cortisol concentration in dogs. It is thought that stress could be determined by measuring levels of these parametres in saliva. Environmental enrichment methods are used in shelters to reduce stress. Although there are data about auditory stimulants to reduce stress, studies are not adequate about comparation of olfactory and human interaction's effectiveness. The aim of this thesis was to determine the concentration of salivary cortisol of dogs which had been recently presented to the animal shelter and evaluation of the effect of auditory, olfactory and human interactions on stress in these dogs. For this aim, forty dogs, >one year-old, mix breeds and of both genders from Osmangazi Municipality Stray Animal Natural Life and Treatment Center, were included to the study. Dogs were observed daily for an hour and behavior analysis were done. Dogs were divided into four group as; auditory, olfactory, human interaction and control group, and concentration of cortisol determined on 0., 2., 4. and 9. days from each dogs' saliva from these groups. Significant decrease was observed when cortisol levels on day 0 and day 9 were compared, however but the difference among the groups was not significant on any day. As a conclusion cortisol was found as a useful marker of stress. Auditory and olfactory enrichment and human interaction decreased stress, however a similar effect was also observed in the conrol group. It was found that methods which used started to reduce the stress from day 2. Lack of any difference among the groups suggested that auditory, olfactory stimulations or human contact enrichment did not have superiority on any other
    corecore