9 research outputs found

    The effect of irritable bowel syndrome on carotid intima-media thickness, pulse wave velocity, and heart rate variability

    Get PDF
    Objective: Irritable bowel syndrome (IBS), a subgroup of functional somatic disorders, may be associated with autonomic dysfunction (AD). Heart rate variability (HRV), a measure of autonomic dysfunction, may predict survival. The aim of this study was to investigate the effect of IBS on HRV parameters, carotid intima-media thickness (CIMT) and carotid-femoral pulse wave velocity (cf-PWV) as surrogates of AD, subclinical atherosclerosis and arterial stiffness, respectively. Methods: Our study was cross-sectional and observational. Thirty consecutive patients with IBS and 30 control participants underwent 24-hour Holter monitoring, cf-PWV assessment and CIMT measurement. The diagnosis of IBS was based on Rome III criteria. There were 24 patients with IBS-Constipation (80%), 4 patients with IBS-Diarrhea (13.3%), and 2 patients with IBS-Mixed (6.7%) in IBS group. Student t-test and χ2 test were utilized in order to compare continuous and categorical variables between two groups, respectively. Results: Biochemical parameters did not differ between groups except for slightly increased creatinine in patients with IBS. cf-PWV and CIMT values were similar between groups. SDNN index and RMSSD were significantly impaired in patients with IBS compared to controls. Frequency analyses revealed lower LF, HF, and VLF in subjects with IBS. Conclusion: We demonstrated decreased parasympathetic modulation in patients with constipation predominant IBS. However, we could not demonstrate any changes in vascular structure and functions measured by carotid intima-media thickness and pulse wave velocity. Our results do not support accelerated atherosclerosis in IBS population (Anadol

    Ciddi pulmoner hipertansiyona neden olan dev sol atriyal miksoma. Bir olgu sunumu

    No full text
    Miksoma en sık görülen primer kardiyak tümör tipidir. Kardiyak miksomaların çoğunluğu tek ve beningdir. Genellikle sol atriyumda oluşur ve interatriyal septumun fossa ovalis civarına bağlanan bir pediküle sahiptir. Miksoma mekanik intrakardiyak tıkanma, emboli veya pozisyonal bozukluklar gibi farklı klinik semptomlarla ilişkilidir, fakat nadiren bizim olgumuzda da olduğu gibi, uzun süre asemptomatik kalabilir. Pulmoner hipertansiyon miksomaya bağlı nadir bir klinik durumdur. Biz bu yazıda, büyük, sol atriyumu tamamen dolduran, hareketsiz ve pulmoner hipertansiyona neden olan bir miksomayı sunduk.Myxoma is the most common type of primary cardiac tumors. Majority of cardiac myxomas are solitary and benign. It usually occurs in the left atrium and has a pedicle attached to the interatrial septum around the fossa ovalis. It is associated with different clinical symptoms of mechanical intracardiac obstruction, embolism or positional disturbances but may rarely remain asymptomatic for a long time as in our case. Pulmonary hypertension is a rare clinical condition associated with myxomas. In this paper, we present a large, immobile, left atrial myxoma filling the whole left atrium and causing pulmonary hypertension

    Koroner arter hastalığı risk faktörlerinin dağılımı: bölgesel bir analiz

    No full text
    Amaç: Bu çalışmadaki amacımız, Rize ili ve civarında koroner arter risk faktörlerinin sıklık ve dağılımını incelemektir. Yöntem ve gereç: Bu gözlemsel çalışmaya, 452 hasta (333 erkek, 119 kadın) alındı. Hastaların demografi k özelliklerinin yanı sıra, geleneksel risk faktörleri kaydedildi. Hastalar yaşa, cinsiyete ve elektrokardiyografi k özelliklerine göre gruplara ayrıldı. Bulgular: Çalışmaya katılan hastaların yaş ortalaması 63 ± 13 iken, % 74’ü erkekti. Sigara kullanımı ve HT genç yaşta ve erkeklerde daha fazla görüldü (% 71). Diyabetes mellitusta yaş grupları arasında fark tespit edilmedi. Kadınlarda HDL-C (P < 0,001) ve Total-C/HDL-C oranı (P < 0,05) erkeklere göre daha yüksek bulundu. Sigara kullanımı ve aile hikayesi yaşla birlikte azalma gösterdi. Sonuç: Hastaların % 97’sinde en az bir risk faktörü mevcuttu. Dolayısıyla çalışmamız, en önemli morbidite ve mortalite nedeni olan koroner arter hastalığında, hastalardaki risk faktör değişikliğinin ne kadar önemli olduğunu bizlere tekrar vurgulamaktadır.Aim: To analyze the frequency and distribution of coronary artery risk factors in the city of Rize and its surrounding areas. Materials and methods: Th is observational study included 452 patients (333 men, 119 women). In addition to demographic characteristics of the patients, conventional risk factors were also recorded. Th e patients were grouped according to their ages, gender, and electrocardiographic characteristics. Results: Th e mean age of participants was 63 ± 13 years and 74% were male. Smoking and hypertension (HT) were seen more oft en (71%) in younger male patients. No diff erence among age groups was detected with regard to the occurrence of diabetes mellitus. Th e levels of HDL-cholesterol (P < 0.001) and the ratio of total cholesterol to HDL-cholesterol (P < 0.05) were found to be relatively higher in female patients. Th e prevalence of smoking and familial risk factors both decreased with age. Conclusion: At least one of these risk factors was detected in 97% of patients. Th erefore, our study continues to emphasize the crucial role of modifi cation of risk factors in patients with coronary artery disease, the most important etiologic factor for morbidity and mortality

    Stabil anjina pektorisli hastalarda kırmızı kan hücresi dağılım genişliği (rdw) ve koroner arter hastalık yükü arasındaki ilişki

    No full text
    Kırmızı kan hücresi dağılım genişliği ve vasküler olaylar arasındaki ilişki ile ilgili bazı çalışmalar olmasına karşın, RDW’nin kardiyo- vasküler sistemdeki rolü konusunda bilgiler yetersizdir. Bizim amacımız anjiyografik olarak belirlenmiş koroner arter hastalık şiddet ve yaygınlığı ile RDW arasındaki ilişkiyi belirlemektir. Çalışmaya 296 hasta dahil edildi. İki yüz dokuz hastada (71%) KAH tespit edilirken (men 70%, mean yaş±SD: 61±11yıl), 87 hastada (29%) normal koroner arterler görüldü (men 48%, 52±11yıl). Yaş, hipertansiyon, diyabetes mellitus, hiperlipidemi, ailede KAH hikayesi, kreatinine, beyaz kan hücre sayımı, nötrofiller, ve RDW değerleri KAH olan hastalarda normal koronerleri olanlara göre daha yüksekti. Yüksek yoğunluklu lipoprotein KAH olanlarda daha düşüktü. RDW değerleri KAH’nın şiddet ve yaygınlığına göre belirlenmiş alt gruplarda anlamlı derecede farklı idi. Koroner arter hastalığının bağımsız prediktörlerini belirlemek için yaş, cinsiyet, HT, DM, sigara içme, aile hikayesi, HPL, kreatinin, CRP, nötrofil ve RDW’yi içine alan logistik regresyon analizi yaptığımızda, KAH ile yaş, cinsiyet, aile hikayesi ve RDW arasında pozitif bağımsız bir ilişki belirledik. Bizim sonuçlarımız RDW ile KAH arasında dolaşımdaki inflamatuvar hücreler ve nonspesifik inflamasyondan bağımsız olarak önemli bir ilişkiyi gösterdi. Biz RDW’nin aterosklerozdaki altta yatan patolojik durumu sonuçlandıramasak ta; inanıyoruz ki bu bulgular RDW’nin aterosklerozdaki rolünü araştıran çalışmalara zemin hazırlar.Although there are several studies regarding the association between RDW and the vascular events, information is scant about possible role of RDW in cardiovascular system. We aimed to investigate whether RDW is related with the severity and extent of angiographically assessed coronary artery disease (CAD). Two hundred ninety and six stable eligible patients who had undergone coronary angiography with a suspicion of CAD were enrolled consecutively. Two hundred and nine (71%) of 296 patients had CAD (men 70%, mean age±SD: 61±11yrs) and 87 patients (29%) had normal coronary arteries (NCA) without any atherosclerotic lesion (men 48%, 52±11yrs). Red blood cell distribution width values were significantly different among the subgroups determined for the severity and extent of CAD. When 14.8% was accepted as the cut-off value for RDW, the sensitivity and the specificity for the detection of CAD was 68% and 52%. When we performed multiple logistic regression analysis to determine the independent predictors of CAD, we found a positive independent relationship between age, gender, family history of CAD and RDW and CAD. Our results show that RDW has a significant relationship with CAD independent of nonspecific inflammation and circulating inflam- matory cells. Although we cannot conclude the underlying pathologic process of RDW, we believe that these findings may pave the way for further studies searching the role of RDW in atherosclerosis

    Koroner yavaş akım hastalarında kanda artmış CD40 konsantrasyonu: Bir gözlemsel çalışma

    No full text
    Amaç: Koroner yavaş akım (KYA) epikardiyal koroner arterlerin obstrüktif hastalık olmaksızın yavaş dolması ile karakterize bir durumdur. CD40/ CD40 ligandı (CD40L) sistemi artmış enflamasyon ve protrombotik yatkınlık sebebiyle aterosklerozla yakın ilişkili gibi görünmektedir. Biz, CD40/ CD40L ikilisinin indirekt bir göstergesi olan serum çözünmüş CD40 (çCD40) düzeylerinin KYA ile ilişkisini araştırmayı hedefledik. Yöntemler: Çalışmamız gözlemsel ve kesitsel nitelikte olup, koroner arter hastalığı şüphesi ile koroner anjiyografi yapılan ve değişken akım hızlarında normal koroner arterler saptanan 70 hasta içeriyordu. KYA, çCD40 ve C-reaktif protein (CRP) arası ilişki incelendi. Çalışmaya KYA’sı olan 50 hasta (ort. yaş 56±10) ve koroner akımı ve koroner arterleri normal (NKA) 20 yaş-cinsiyeti uyumlu kontrol hastası (Ort. yaş 55±10) alındı. KYA’ın öngörücülerini belirlemede lojistik regresyon analizi kullanıldı. Bulgular: KYA ve NKA grubu arasında klinik karakteristikler ve CRP düzeyleri açısından farklılık saptanmadı. Serum çCD40 düzeyi KYA grubunda NKA grubuna göre anlamlı düzeyde yüksek (74±31 - 59±16 pg/mL, p=0.014) saptandı. Çok değişkenli analizde, ortalama koroner çapı kuvvetli (OR: 7.358, %95 CI: 1.990-27.20, p=0.003) ve çCD40 (OR: 1.044, %95 CI: 1.006-1.084, p=0.023) düzeyi zayıf bir KYA belirteci olarak saptandı. Sonuç: Çalışmamızda, KYA akım hastalarında artmış çCD40 konsantrasyonun var olduğunu ilk defa ortaya koyduk. Biz, KYA’nın altta yatan patofizyolojik sürecini netleştiremesek de, bulgularımızın KYA fenomeni gelişiminde çCD40/CD40L sisteminin özgül rollerinin daha iyi anlaşılmasında öncül rol oynayabileceğine inanıyoruz.Objective: Slow coronary flow (SCF) is an angiographic finding characterized with delayed opacification of epicardial coronary arteries without obstructive coronary disease. CD40/CD40 ligand (CD40L) signaling seems closely related to atherosclerosis due to increased inflammation and prothrombotic state. We investigated whether soluble CD40 (sCD40), an indirect marker of CD40/CD40L dyad, is related to SCF. Methods: The present study was cross-sectional and observational, consisting of seventy individuals who underwent coronary angiography with suspicion of CAD and had angiographically normal coronary arteries of varying coronary flow rates. The relationship between sCD40, C-reactive protein (CRP) and SCF phenomenon was investigated. Fifty patients with isolated SCF (mean age: 56±10 years) and 20 age- and gender-matched control participants with normal coronary flow (NCF) and normal coronary arteries (NCA), (mean age: 55±10 years) were included in the study. We used logistic regression analysis to determine the predictors of SCF. Results: The clinical characteristics were not statistically significant different between SCF and NCA group. Serum CRP levels were also simi- lar between two groups. Serum sCD40 level was significantly higher in the SCF group compared to control group (74±31 vs. 59±16 pg/mL, p=0.014). In multiple regression analyses, mean coronary diameter strongly (OR: 7.358, 95% CI: 1.990-27.20, p=0.003) and sCD40 (OR: 1.044, 95% CI: 1.006-1.084, p=0.023) weakly predicted SCF. Conclusion: This study revealed, significantly increased serum sCD40 levels in patients with SCF. Although we cannot conclude the underlying pathological process of SCF, we believe that these findings may be pivotal for further studies searching the specific roles of CD40/CD40L signal- ing on SCF phenomenon in coronary vasculature

    İzole koroner arter ektazili hastalarda artmış YKL-40 düzeyleri: Gözlemsel bir çalışma

    No full text
    Amaç: YKL-40, yeni bir yerel enflamasyon biyobelirteci, aterosklerotik plaklar içerisinde makrofajlar tarafından salınırlar. Koroner arter ektazisi (KAE) etyopatogenezisi kesin olarak ortaya konulmamış klinik bir antitedir. Bazı çalışmalar KAE’nin aterosklerozdan daha yoğun ve lokalize enflamatuvar özelliklere sahip olabileceğini ortaya koydu. Bu çalışmanın amacı eş zamanlı olarak YKL-40 ve C-reaktif protein (CRP) düzeylerini izole KAE’li hastalarda araştırmak ve normal koroner arterli (NKA) veya koroner arter hastalığı (KAH) olan hastalar ile karşılaştırmak. Yöntemler: Çalışmamız gözlemsel ve kesitsel bir düzene sahiptir. Kırk dokuz izole KAE’lı hasta (ort. yaş: 60±10 yıl) ve 30 yaş ve cinsiyet uyumlu NKA’lı birey (ort. yaş: 58±12 yıl) ve KAH’lı hasta (ort.yaş: 61±10 yıl) çalışmaya dahil edildi. YKL-40, CRP düzeyi ve KAE varlığı arasındaki ilişki araştırıldı. Tek değişkenli ve ardından çoklu lojistik regresyon analizi KAE’yi öngörmede bağımsız değişkenlerin analizinde kullanıldı. Bulgular: Serum YKL-40 düzeyleri gruplar arasında anlamlı olarak farklıydı (NKA: 110±53 ?g/L, KAE: 144±68 ve KAH: 180±117, p=0,005). KAH ve KAE grupları NKA grubuna göre belirgin daha yüksek YKL-40 düzeyine sahiptiler (p=0,004 ve p=0,015, sırasıyla). CRP üç grup arasında anlamlı olarak farklı değildi. Ek olarak, gruplar arasında yaş, cinsiyet, hipertansiyon, diyabet varlığı ve sigara içimi açısından da fark yoktu (p>0,05). Lojistik regresyon analizi yalnızca YKL-40 düzeyini KAE’nin bağımsız belirleyicisi olarak ortaya koydu (OR: 1,010, 95% GA: 1,001-1,019, p=0,027). Sonuç: İzole KAE’li hastalarda YKL-40 düzeyleri NKA’lı hastalar ile karşılaştırıldığında anlamlı olarak yüksekti ve sadece YKL-40 KAE’nin bağımsız belirleyicisi olarak saptandı. İnanıyoruz ki, daha ileri çalışmalar izole KAE’li hastalarda YKL-40’ın olası nedensel rolünü netleştirmede gereklidirObjective: YKL-40, a new biomarker of localized inflammation, is secreted by macrophages within the atherosclerotic plaques. Coronary artery ectasia (CAE) is a clinical entity with unclear etiopathogenesis. Some studies have revealed that CAE may be a form of atherosclerosis that has more localized and intense inflammatory properties than atherosclerosis. The goal of this study was to investigate YKL-40 and C-reactive protein (CRP) levels in patients with isolated CAE compared to patients with normal coronary arteries (NCA) and coronary artery disease (CAD). Methods: Our study has an observational and cross-sectional design. Forty-nine patients with isolated CAE (mean age: 60±10 years), 30 age-and gender-matched control participants with NCA (30 patients, mean age: 58±12 years) and 30 patients with CAD (mean age: 61±10 years), were included in the study. The relationship between YKL-40, CRP levels and the presence of CAE was investigated. Univariate and multiple logistic regression analysis were used for analysis of independent variables to predict CAE. Results: Serum YKL-40 levels were significantly different among study groups (NCA: 110±53 µg/L, CAE: 144±68 and CAD: 180±117, p=0.005). CAD group and CAE group had significantly higher YKL-40 levels than NCA group (p=0.004 and p=0.015, respectively). CRP was not significantly dif- ferent between three groups. In addition, there were no any statistically significant differences, with respect to age, gender, the presence of hypertension or diabetes mellitus, and the smoking status (p>0.05). Logistic regression analysis revealed only YKL-40 level as the determinant of CAE (OR: 1.010, 95% CI: 1.001-1.019, p=0.027). Conclusion: YKL-40 levels in patients with isolated CAE compared to patients with NCA were found significantly high and only YKL-40 level was established as the determinant of CAE. We believe that further studies are needed to clarify the possible causative roles of YKL-40 in patients with isolated CAE

    Primer perkütan koroner girişime giden hastalarda miyokart enfarktüsü ve reperfüzyon parametrelerinin öngörülmesinde fragmante olmuş QRS komplekslerin önemi

    No full text
    Amaç: Başvuru elektrokardiyogramlarında (EKG) sıklıkla görülen, dar ya da geniş QRS yapısı olan QRS kompleks fragmantasyonları (fQRS) artmış morbidite ve mortalite ile ilişkilidir. FQRS ve kardiyak fibroz arasındaki sebepsel ilişki bilinmektedir, fakat primer perkütan koroner girişim (p-PKG) öncesi ve sonrası fQRS’nin miyokart enfarktüsü ve reperfüzyon parametreleri ile ilişkisi şimdiye kadar incelenmedi. Çalışma planı: Çalışmaya p-PKG’ye giden 184 ardışık ST yükselmeli miyokart enfarktüslü (STEMI) hasta alındı. p-PKG öncesi ve sonrası EKG’lerde fQRS varlığı ya da yokluğu ve p-PKG ile fQRS değişimi araştırıldı. Ek olarak, fQRS’in bağımsız öngörücüleri ayrıca araştırıldı. Anlamlı organik kapak hastalığı olan, 120 ms ve üzerinde QRS süresi olan ve de kalıcı kalp pili olan hastalar çalışmadan dışlandı. Bulgular: Başvuru EKG’sinde fQRS’i olan hastalar olmayan hastalar ile karşılaştırıldığında daha yüksek lökosit sayılarına (p=0.001), daha yüksek CK-MB (p=0.001) ve troponin (p=0.005) düzeylerine, uzamış ağrı balon sürelerine (p=0.004), daha yüksek Killip skorlarına (p<0.001), uzamış QRS süresine (p<0.001), daha yüksek Gensini skoru (p<0.001) ve EKG’de daha sık Q dalgasına sahipti. Ek olarak, bu hastalar proksimal LAD’de bir lezyon ile ilişkili anteriyor bölge enfarktüsü ve daha geniş tehdit altında bir miyokarda sahipti (p<0.001). fQRS, p-PKG öncesinde ve sonrasında enfarktüs ve miyokardiyal reperfüzyon ile anlamlı bir şekilde ilişkiliydi. STEMI seyrinde başvuru EKG’sinde fQRS’in yokluğu artmış ST rezolüsyonunu, QRS süresinde daha belirgin bir azalma ve daha iyi bir miyokart reperfüzyonunu öngördü. Sonuç: FQRS daha büyük tehdit altındaki iskemik ya da nekroze olmuş miyokardı olan yüksek kardiyak riskteki hastaların tanımlanmasında yararlı olabilir.Objectives: The QRS complex fragmentations (fQRS) fre- quently seen on admission electrocardiograms (ECGs) with narrow or wide QRS complex are associated with increased morbidity and mortality. The causative relationship between fQRS and cardiac fibrosis is known, but the relation of frag- mented QRS before and after primary percutaneous coro- nary intervention (p-PCI) with myocardial infarction and re- perfusion parameters has not been studied until now. Study design: The study included 184 consecutive patients with ST elevation myocardial infarction (STEMI) who under- went p-PCI. Presence or absence of fQRS on pre- and post- PCI ECGs and its change following PCI were investigated. In addition, independent predictors of fQRS were also in- vestigated. Patients with significant organic valve disease and patients having any QRS morphology with QRS dura- tion &#8805;120 ms as well as patients with permanent pacemak- ers were excluded from the study. Results: Patients with fQRS on admission ECG had higher eukocyte counts (p=0.001), higher CK-MB (p=0.001) and troponin levels (p=0.005), increased pain to balloon time (p=0.004), higher Killip score (p<0.001), prolonged QRS time (p<0.001), higher Gensini score (p<0.001) and more frequent Q waves on ECG (p<0.001) in comparison to pa- tients with non-fragmented QRS. In addition, these patients usually had an infarction of anterior territory related to a le- sion in proximal LAD and wider jeopardized myocardium (p<0.001). fQRS was significantly related to infarction and myocardial reperfusion parameters before and after p-PCI. In the setting of STEMI, absence of fQRS on admission ECG predicted increased ST resolution, higher reduction in QRS duration, and better myocardial reperfusion. Conclusion: FQRS may be useful in identifying patients at higher cardiac risk with larger areas of ischemic jeopardized or necrotic myocardium

    Koroner arter hastalığı için bağımsız bir risk öngörücüsü olarak saçın erken beyazlama düzeyi: Zamansal yaştan çok biyolojik yaşın öngörücüsü

    No full text
    Amaç: Yaş şu anda en önemli ve değiştirilemez bir koroner risk faktörüdür. Yaşın sadece zamansal olarak değil de, biyolojik olarak da ölçülmesi kavramı klinik pratikte önemli olabilir. Saç beyazlaması, mekanizmaları henüz geniş bir şekilde bilinilmese de, insanlarda biyolojik yaşlanmanın en açık işaretidir. Bugün kardiyovasküler risk faktörlerinin (KVRF) özellikle birlikte bulunduklarında erken ateroskleroza neden oldukları bilinilmektedir. Bizim görüşümüzce, erken başlayan gri veya beyaz saç oluşumu KVRF’lere vücudun yanıtının bir göstergesi olarak erken aterosklerotik değişiklikleri yansıtabilir. Bu çalışmada KVRF’ler ve koroner aterosklerotik yükün saç beyazlaması ile ilişkisi ve bunun koroner arter hastalığının (KAH) bağımsız bir belirteci olup olmadığının araştırılması amaçlandı. Yöntemler: Çalışma gözlemsel ve enine-kesitli olarak planlandı. Kliniğimizde KAH şüphesi ile koroner anjiyografi yapılan 213 erkek çalışmaya dahil edildi. Hastalar yaş, demografik özellikler ve KVRF’leri açısından değerlendirildi. Saçın beyazlama derecesi (SBD) gri/beyaz saçların miktarına göre tanımlandı (1: yalnız siyah; 2: siyah>beyaz; 3: siyah=beyaz; 4: beyaz>siyah; 5: yalnız beyaz). Koroner ateroskleroz yükü Gensini skoruna göre belirlendi. Analizler yaş açısından eşitlenmiş normal koroner arterler (NKA) ve KAH gruplarında gerçekleştirildi. Saç beyazlaşma ile ilişkili bağımsız değişkenlerin belirlemesinde çok değişkenli lineer ve lojistik regresyon analizleri kullanıldı. Bulgular: KVRF’ler KAH grubunda daha yüksekti. SBD (2.7±1.3 vs. 3.3±1.2, p=0.002), saç kaybı düzeyi (1.2±0.9 vs. 1.5±1.0, p=0.038) ve xanthalesma sıklığı (%24 vs. %45, p=0.013) NKA ve KAH grupları arasında ayrıca anlamlı düzeyde farklıydı. Yaş (pwhite; 3: black=white; 4: white>black; 5: pure white). Coronary atherosclerotic burden was assessed by the Gensini score. Analyses were performed in age-matched normal coronary arteries (NCA) and CAD groups. Linear and logistic regression analyses were used for the multivariate analyses of independent variables associated with hair greying. Results: The CVRFs were higher in CAD group. Hair whitening score (2.7±1.3 vs. 3.3±1.2, p=0.002), hair losing score (1.2±0.9 vs. 1.5±1.0, p=0.038) and xanthelasma rate (24% vs. 45%, p=0.013) were also significantly different between NCA and CAD groups. Age (p<0001), Gensini score (p<0.001) and coronary severity score (p=0.001) were higher in the categories of increased HWS. In multiple logistic regression analysis, only diabetes mellitus (OR: 3.240, 95% CI: [1.017-10.319], p=0.047), low-density lipoprotein cholesterol, (OR: 1.014, 95%CI: [1.001-1.027], p=0.029) and HWS (OR: 1.513, 95% CI: [1.054-2.173], p=0.025) were independently related to presence of CAD. Age (p<0.001), family history of CAD (p=0.004), hyperlipidemia (p=0.02) and serum creatinine levels (p=0.019) were found as independent predictors of hair graying. Conclusion: In our study, we found that the degree of gray/white hairs is related to extent of CAD. Our findings also suggested that hair graying is a risk marker for CAD independent of age and other traditional risk factors. Biological age may be important in determining total risk of patients. During assessment of cumulative CVRF effects on human body, presence of biological aging signs may be useful in identifying individuals with increased risk of cardiovascular disease. (Anadolu Kardiyol Derg 2012; 12: 457-63

    The effect of irritable bowel syndrome on carotid intima-media thickness, pulse wave velocity, and heart rate variability

    No full text
    Objective: Irritable bowel syndrome (IBS), a subgroup of functional somatic disorders, may be associated with autonomic dysfunction (AD). Heart rate variability (HRV), a measure of autonomic dysfunction, may predict survival. The aim of this study was to investigate the effect of IBS on HRV parameters, carotid intima-media thickness (CIMT) and carotid-femoral pulse wave velocity (cf-PWV) as surrogates of AD, subclinical atherosclerosis and arterial stiffness, respectively. Methods: Our study was cross-sectional and observational. Thirty consecutive patients with IBS and 30 control participants underwent 24-hour Holter monitoring, cf-PWV assessment and CIMT measurement. The diagnosis of IBS was based on Rome III criteria. There were 24 patients with IBS-Constipation (80%), 4 patients with IBS-Diarrhea (13.3%), and 2 patients with IBS-Mixed (6.7%) in IBS group. Student t-test and &#967;2 test were utilized in order to compare continuous and categorical variables between two groups, respectively. Results: Biochemical parameters did not differ between groups except for slightly increased creatinine in patients with IBS. cf-PWV and CIMT values were similar between groups. SDNN index and RMSSD were significantly impaired in patients with IBS compared to controls. Frequency analyses revealed lower LF, HF, and VLF in subjects with IBS. Conclusion: We demonstrated decreased parasympathetic modulation in patients with constipation predominant IBS. However, we could not demonstrate any changes in vascular structure and functions measured by carotid intima-media thickness and pulse wave velocity. Our results do not support accelerated atherosclerosis in IBS population (Anadol
    corecore